• persembe@persembe.com

Tarihte Bugün Temmuz

31 Temmuz

1988: Lansing, Michigan’daki son Playboy Club da kapandı. İlki 1960’ta açılmıştı, sonra ABD, Kanada, İngiltere’de, Filipinler’de, Jamaika ve diğer yerlerde onlarcası açılıp kapandı. 2010’da Macao, Cancun ve sonra 2012’de Las Vegas’ta açılan klüpler de yaşamadı.

Her klüpte bir oturma salonu, bir Playmate barı, bir yemek salonu ve klüp salonu vardı. Playboy tavşanları servis yapıyordu. Bazen canlı müzik, bazen komedyen gösterileri olurdu. 1961 yılının son 3 ayında Şikago’daki klübe 132 bin kişi giderek orayı dünyanın en işlek klübü yaptı. Klüp üyeliği bir statü sembolüydü. Üyelerin tavşan kafalı bir anahtarlığı vardı ve klüplere onu göstererek giriyorlardı. Üyelerin sadece %21’i klübe gittiler ama $25 üyelik ücretiyle Playboy her 1 milyon üyede $25 milyon kazandı.

Kurucusu Hugh Hefner 2017 yılında 91 yaşında öldü. 1951’de erkek dergisi Esquire’da çalışıyordu, istediği $5 zam verilmeyince isitifa edip annesinden $1000 borç alarak Playboy’u kurdu. 152 IQ’su, kurduğu imparatorluk, yaptığı cinsel devrim, LGBT hakları savunuculuğu ve uyuşturucuya karşı duruşuyla bir ikon oldu.

Küçükken sahip olduğu en değerli şey tavşan resimli battaniyesiydi. Sonra ilim bir tür tavşana onun ismini verdi (sylvilagus palustris hefneri). “Big Bunny” isimli DC-9 siyah uçağının kuyruğunda o meşhur tavşan logosu vardı. Los Angeles’taki Playboy Malikane’sindeki çılgın partiler magazinlerin dilinden hiç düşmedi. Bunların birinde John Lennon gerçek Matisse tablosunda sigarasını söndürmüş, bir tanesinde salonda ölü bir lama bulunmuştu. Ah o duvarların dili olsa da bir konuşsa!!!

1953’teki ilk sayının orta sayfasında Marilyn Monroe vardı, 54 bin sattı (50¢’ten) . İlk zenci kadın 1965’te çıktı. En çok satan sayı Kasım 1972 idi (7+ milyon). ABD’de üniversite talebelerinin dörtte biri dergiye aboneydi. Dergi 2016’da çıplak kadın resimlerini kaldırdı, satışlar deli gibi düşünce 2017’de tekrar yayınlamaya başladı. Aradan 66 yıl geçti, Playboy dergisi hâlâ yetişkin pazarını domine etmeye devam ediyor. Ayda 2,6 milyon satıyor ama artık çeyrek yıllık yayınlanmaya başlayacak.

1944: Columbia Üniversitesi sosyoloji profesörü Robert K. Merton’ın oğlu Robert C Merton New York’ta doğdu. Büyüdü, Fischer Black ve Myron Scholes ile birlikte opsiyon fiyatlandırmasının matematiğini geliştirdi. İyi haber: Bu matematiksel model milyonlarca Amerikalının hisse senedi opsiyonlarıyla varlıklı hale gelmesine yardımcı olur. Kötü haber: Merton ve Scholes, dev hedge fonu Long-Term Capital Management’ın ortakları olarak 1998’in sonlarında yaptıkları kaldıraçlı işlemlerle neredeyse küresel finans sistemini alabora ediyorlardı.

. . . . .

1914: Avrupa’da savaş tüm vahşetiyle sürerken New York Borsası kapandı ve kaotik koşulların dinmesini beklemek için dört buçuk ay daha kapalı kaldı.

30 Temmuz

2003: 21.529.464’üncü ve son Volkswagen Kaplumbağa Meksika’nın Puebla kentindeki fabrikadan çıktı ve hemen ertesi gün emekli edilip Wolsfburg, Almanya’daki Volkswagen Otomobil Müzesi’nde sergilenmeye başladı. Bu özgün tasarım vosvos’un 65 yıllık yaşamının son günüydü.

Aslında Tip 1 ismiyle piyasaya çıkmıştı ama New York Times gazetesinin ona “böcek” (beetle) diye hitap etmesinden sonra ismi 65 yıl öyle kaldı. Başka ülkeler başka isimler de verdiler: Türkiye’de “kaplumbağa”, “tosbağa”, “vosvos”; Fransa’da “coccinella” (uğur böceği); İtalya’da “maggiolino” (mayıs böceği); Bolivya’da “peta” (kaplumbağa); Brezilya’da “fusca” (böcek); Endonezya’da “kodak” (kurbağa); Meksika’da “vocho” (böcek).

Amerikalılar böceği sevdiler ama vosvos oraya ilk gittiği yıl olan 1949’da sadece 2 tane sattı (1970’te 570 bin adet). 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da üretim güya İngiltere’ye verilecekti ama “üretim standardında ve ekonomik değil ve çirkin” diye hiçbir fabrika kabul etmedi.

1999 yılında Advertising Age dergisi vosvos reklâmını CocaCola’nın, Marlboro’nun, Nike’ın önünde son 100 yılın en iyisi seçti. Reklâmın ana mesajı şuydu: “Küçük Düşün”.

Herkes küçük düşünmedi. Beatles’ın Abbey Road albüm kapağına koyduğu LMW 28IF plâkalı vosvos müzayedede $23 bine satıldı (o da şimdi Wolfsburg’daki müzede). Disney’nin o çok sevilen Herbie the Love Bug (Aşk Böceği) serisindeki vosvoslardan biri de 2015’te $126.500’e alıcı buldu. Jerry Seinfeld’inki $121 bine satıldı.

Çok meraklısıysanız +1 (503) 236 1737’den Burbanck Motors’u arayın ya da şuraya girin: https://www.hemmings.com/classifieds/cars-for-sale/volkswagen/beetle/2171078.html?refer=saturday

$1 milyon dolara 1964 model (ama sadece 37 km. yapmış) siyah bir tane satılık. Rudy Zvarick arabayı o yıl alıp hiç kullanmamış. 2014 yılında 87 yaşındayken de ölmüş. Şimdi yeğeni satıyor (o yıl $1.757’ye – bugünün parasıyla $14 bine – aldığı hesaba katılırsa biraz pahalı).

1956: “Tanrıya güveniriz” vecizesi Amerikan parasının resmî simgesi olarak kabul edildi. Ondan önce “e pluribusu unum” (çoktan tek) kullanılıyordu. Halbuki tanrı ilk kez 1864 yılının 2 cent’inde belirmişti. 1957’den itibaren de kâğıt paralara geçti. Şimdiki tanrının rengi yeşil.

1914: Arşidük Ferdinand’ın Saraybosna’da öldürülmesinden birkaç hafta sonra, Avusturya’nın Sırbistan’a savaş ilân etmesiyle Berlin, Roma ve Viyana’daki borsalar kapandı. Yatırımcılar New York’da da paniklediler. General Motors’un hisseleri %34, Bethlehem Çelik’inkiler %14 düştü (halbuki savaşta kullanılacak mühimmatın ham maddesini üretiyordu). Dow Jones Endeksi o gün müthiş bir işlem hacmiyle %6,9 düştü.

29 Temmuz

1999: Gün içi işlemcisi Mark Barton bir ay içinde $105 bin kaybettikten sonra Atlanta’da çalıştığı aracı kurumun bürosuna gidip “umarım işlem gününüzü bozmuyorumdur” diyerek 9 kişiyi öldürüp 15 kişiyi yaraladı. Bir gün önce de evde eşini ve çocuklarını kafalarına çekiçle vurarak öldürmüştü. Olaydan 5 saat sonra da polisin gittikçe yaklaşmakta olduğu kamyonetinde kendi kafasına kurşunu sıktı.

1989: Küba’lı yüksek atlamacı Javier Sotomayor 2.44 atlayarak dünya rekoru kırdı. 4 yıl sonra da 2.45 atladı. Bu rekor hâlâ kırılamadı.

1.95 boyuyla basketbolcu olması istendi ama o yüksek atlamayı seçti, 6 kez dünya şampiyonu oldu, 1992 olimpiyatlarında altın madalya aldı (1984 ve 1988 olimpiyatlarına boykotlar yüzünden gidemedi), beş kez dünya rekoru kırdı. 2.45’lik rekoru 26 yıldır kırılamadı. O Küba’da bir efsane. Salto Mayor (Binbaşı Atla), Principe de Limonar (Limonar Prensi – doğduğu yer), Salta Nubes (Bulut Atlayıcı), El Principe de las Alturas (Dorukların Prensi) gibi lâkapları var.

Evet, bugün profesyonel atletler iyi kazanabiliyorlar ama hem onun zamanında rakamlar büyük değildi, hem yüksek atlama o kadar popüler değildi, hem de Küba rejimi fazla kazanmasına izin vermiyordu. Sotomayor rekorlara giden yolda antreman sahasına yıllarca trenle gitti ve yatakhanede kaldı ama tüm yaşam masrafları devletçe karşılandı. Olimpiyat altını aldıktan sonra ona bir buzdolabı ve çamaşır makinesi verildi. Şampiyonluklardan sonra da tüm kazancı hükümetle paylaşıldı ama Küba spora çok önem veriyor ve uluslararası üne sahip atletlerini iyi yaşatıyor (konut, araba ve devlette iş). Onun gibi, orta mesafe koşucusu Juantorena’nın iki Lada otomobili, 4 yatak odalı evi ve üst düzey bir devlet memurluğu var. Boksçu Teofilo Stevenson’un da tuzu kuru.

Sotomayor kendisi gibi bir yüksek atlamacı olan Carmen Garcia ile evlendi. Salsa Mayor isimli bir salsa grubu kurdu, 245 isimli bir bar açtı ve sporculuk hayatının hatıralarıyla dolu bir restoranı var. Aynı zamanda Küba Atletizm Federasyon’u nun genel sekreterliğini yapıyor. Çok sevdiği purolarını tüttürüyor ve “kırsa kırsa rekorumu Katar’lı atlet Barshim kırar” diyor. Barshim 2014’te 2.43 atladı.

1973: Led Zeppelin’in New York’taki lüks Drake Oteli’ndeki odalarının kasasından $203 bini çalındı. Çok acıtmadı, çünkü iki ay önce başlattıkları ve 30 kenti dolaşan yüksek desibelli turlarından $4 milyon ciro yapmışlardı. Hırsız hiçbir zaman bulunamadı, ama merhametliymiş, çünkü kasada duran beş pasaporta tenezzül etmemiş.

28 Temmuz

2006: Dünyanın en büyük ilaç firmalarından Pfizer, 32 yıldır şirkette çalışan ve 2001’den beri CEO’luk yapan Henry McKinnell’i istifa ettirip yerine başkasını atadı. Henry Şubat 2007’deki emekliliğine dek yönetim kurulu başkanlığı görevine devam etti.

Pfizer onun liderliğine kadar hisse senetlerinin karşılıklı olarak el değiştirdiği mega birleşmeler konusunda hayli muhafazakârdı. Onun döneminde bu değişti ve birçok birleşme yapıldı. Bu süreçte Pfizer hiselerinin fiyatı $50’den $30’a düştü (bölünmelere hesaba katılarak). Dolaşımda 7 milyar hisse olduğu düşünülürse bu düşüş $140 milyarlık bir kayıp demek. Bu da elbette hem yatırımcıların hem de yönetim kurulunun kafasını bozdu ve sonunda McKinnell’in kafasını yedi.

McKinnell yılda $2,5 milyona yakın maaş ve $4 milyona yakın bonus alıyordu ama istifa ettirilmesine pek üzüldüğünü zannetmiyorum, çünkü emekli olunca şirketten $275 milyon aldı. Şimdi hâlâ derecelendirme kuruluşu Moody’s yönetim kurulu başkanlığını yapıyor.

McKinnell’in 28 Temmuz’da istifa ettirilişinden tam 1 yıl önce, 28 Temmuz 2005’te, ünlü finansçı ve yardımsever Arthur Zankel New York’taki lüks evinin 9. katından kendini aşağı atarak intihar etti. Vasiyetinde içinde Skidmore Üniversitesi ($40 milyon) ve Carnegie Hall ($22milyon) gibi önemli okul ve gösteri merkezlerinin olduğu kurumlara toplam $120 milyon bağışladı.

Zankel 9. kattan düşüp öldü ama ondan 60 yıl önce aynı gün (28 Temmuz 1945) sisli havada Empire State binasına çarpan uçağın kopardığı kablolar yüzünden 75 kat aşağı düşen asansörden Betty Lou Oliver sağ çıktı (onun için ona “Asansör Kız” diyorlar).

1999: IMF, Rusya’nın Aralık 2000’deki parlamento seçimleri ve Haziran 2000’deki cumhurbaşkanlığı seçimleri boyunca ayakta kalmasına yardımcı olacak $4,5 milyarlık bir mali paketi onayladı. Ağustos 1998’de patlak veren krizde ruble %25 devalüe olmuş, temerrütleri önlemek için iç borçlar yeniden yapılandırılmış, dış borcun geri ödemesi konusunda da moratoryum ilân edilmişti.

. . . . .

1978: Altının ons fiyatı ilk kez $200’ü geçti.

. . . . .

1971: Wells Fargo, bavulcu Samsonite şirketinin emeklilik fonundan aldığı $6 milyon ile finans tarihinin ilk endeks fonunu başlattı.

İlk endeks fonu fikrini 1960 yılında California Üniversitesi ekonomisti Edward Renshaw ile MBA öğrencisi Paul Feldstein, Financial Analyst Journal’a yazdıkları makalede ortaya atmışlardı. Makalenin başlığı “The Case for an Unmanaged Investment Company” (Yönetilmeyen Yatırım Şirketinin Avantajı diye tercüme edilebilir).

O zamana dek, ister bireysel ister kurumsal ve profesyonel yatırımcılar olsun, getiriler piyasayı yenme fikrinin pek gerçekçi olmadığını destekliyordu. Yâni çoğu aktif olarak yönetilen fonun performansı piyasa ortalamarını geçemiyor, buna rağmen fon yöneticilerine de çok yüksek ücretler ödeniyordu. Bu makale, piyasa ortalamalarını (meselâ bir endeksi) taklit edecek hisse senetlerini bir sepete koyup bekleyerek o ortalamaların getirilerini tekrarlayacak bir fon fikrini ortaya attı. Bu fon, hem yüksek egolu fon yöneticilerine ihtiyaç duymayacak hem de performansı bir yandan piyasa ortalamalarını geçemezken öte yandan piyasa ortalamarının altında da kalmayacaktı.

Makale pek ilgi görmedi ama John Andrew “Mac” McQuown isimli bir makine mühendisinin ilgisini çekti. McQuown bilgisayarlara meraklıydı. 1957’de mezun olduktan sonra bu erakından dolayı $1.600’lık Texas Instruments şirketinin hisseleri aldı (iki yıl sonra $120 bine sattı). Sonra Wall Street’te çalışmaya başladı ve hisse senedi fiyatlarının davranış biçimlerini çözümlemeyi amaçlayan bir bilgisayar programı üzerinde çalışmaya başladı. Sonuçlarını seminerlerinde anlatırken profesörler onu zamanın en önemli ekonomi okulu olan Chicago Üniversitesi’ne yönlendirdiler. Orada Eugene Fama ve Merton Miller gibi efsanelerle tanıştı ve hayatı değişti. IBM onu eğitim merkezlerinde bir konuşma yapması için davet etti. Dinleyiciler arasında Wells Fargo’nun başkanı da vardı ve konuşma bittiğinde McQuown’a iş teklif etti.

İşte zor da olsa orada etrafındakilere endeks fonu fikrini kabul ettirdi. Çoğu akademiyen ve finansçı bu kadar basit fikrin doğru olamayacağını, analistler ve portföy yöneticileri için milyonlar harcandığını söylediler. Halbuki McQuown “bunların hiçbirine gerek yok, tek yapacağınız iş gidip S&P500 Endeksi’ni almak” diyordu.

İşte finans tarihinin ilk endeks fonu böyle hayata geçti. O ilk fon sadece kurumsal yatırımcılara açıktı. Birkaç yıl sonra Vanguard fonlarının yaratcısı John Bogle endeks fonlarını bireysel yatırımcılara da açarak beklenen devrimi tetikledi. Bugün endeks fonlarının varlıkları $10 trilyonu geçmiş durumda. Bu rakam on yıl önce dörtte biri kadardı.

27 Temmuz

2002: İran reform yanlısı muhalefet partisi Özgürlük Hareketi’inin faaliyetlerini durdurdu ve yöneticileri 10 yıl hapse ve $6 bin ceza ödemeye hükmetti. Sebep? “Anayasal düzeni bozmaya teşebbüs” tabi.

Sakat diyarların sakatlıkları bundan ibaret değil elbette.

2010: Yine aynı gün, savaş sonrasında “Irak’ın Yeniden Yapılandırılması” projesinin hesaplarına bakan Devlet Denetleme Dairesi’nin baş müfettişi, ABD’nin bu proje için zimmetine geçirdiği Irak petrolünün satışından gelen $9,1 milyarın %95’inin nereye gittiğini bulamadığını açıkladı.

. . . . .

1971: Merrill Lynch & Co. halka açıldı ve NYSE’de kendi halka arzını yapan ilk borsa şirketi oldu. Olunca da iki konu öne çıktı: a) Aracılık sektörü, kârlarını halkla paylaşmak için yaklaşık 200 yıl beklemişti, b) ABD ekonomisi hakkında hep olumlu düşünceleri olan Merrill Lynch 1929’dan bu yana en kötü borsa düşüşünün başlamasından bir buçuk yıl önce halkı boğanın bir parçasına sahip olmaya davet etmiş oldu.

1890: Van Gogh tarlada kendini göğsünden vurdu. Yakındaki hana sürünerek gidebildi ve yardım istedi. Kurşun çıkarılamadı, iltihaplandı ve iki gün sonra da öldü. Ne bir şahit vardı ne de tabanca bulunabildi. Öldüğünde 37 yaşındaydı. Hanın sahibi 15 yıl sonra Van Gogh’un handa kalan iki tablosunu $10’a sattı. Zaten kendisi de yaşamı boyunca tek bir tablo satabilmişti (Kırmızı Bağ – 400 Belçika frangına).

Halbuki sadece yaşamının son 10 yılında 913 yağlı boya (30’u kendi portresi) tablo ve 1.100 adet eskiz üretmişti. Yangında ve selde kaybolanlarla bulunamayanları atsanız, geriye kalanların bugünkü değeri $10 milyar olarak tahmin ediliyor. Son 30 yılda müzayedelerde satılan en pahalı 100 tablonun 10’u onun. En pahalısı 1990 yılında satılan Dr. Gachet’in Portresi bugünün parasıyla $158,2 milyona gitti (dünyanın en pahalı 16. tablosu). İrisler 1988’de $121 (tabloyu Sotheby’s’den alan Alan Bond ödeyemedi ve tablo daha sonra açıklanmayan bir rakama Getty Müzesi’ne satıldı), Joseph Roulin’in Portresi 1990’da $120, kendi portrelerinden biri 1999’da $111,3 milyona satıldı.

Eksantrik bir adamdı ve psikolojik sorunları vardı. Kulağını kesmesinden tımarhanelere (Yıldızlı Gece’yi orada yaptı) düşmesine kadar bir sürü vukuat yaşadı. Kulak hikâyesinin farklı anlatımları var. Kimi arkadaşı Paul Gaugin’le tartışırken oldu diyor, kimi sevdiği fahişeye hediye olarak göndermek için kestiğini söylüyor.

Aslında kadınlarla arası hiç iyi olmadı, çünkü hiçbir zaman beş kuruşu olmadı. Bir ara dul kalan kuzinine evlenme teklif ama kabul görmedi. Başak bir seferde komşusuna aşık oldu ama aile reddetti. Sonra kadın ilaç içip kendini öldürmeye kalktı.

İşte böyle. Dehayla kaçıklığın arasında bir yerlerde yaşayıp öldü. Öldü de, ondan başka 4 tane daha Vincent Van Gogh vardı. Bir kere ona daha önce ölü doğan kardeşinin ismi verilmişti. Zaten o da büyükbabanın ismini almıştı. Kardeşi Theo’nun oğlu olunca onun da ismini Vincent koydular.

. . . . .

1866: The Great Eastern gemisi, kargo ambarındaki dev makaralara sarılı 2.700 deniz mili uzunluğundaki çelik kabloyla İrlanda’dan yola çıktıktan iki hafta sonra Newfoundland’daki Trinity Körfezi’ne ulaştı. Transatlantik kablo okyanus tabanına başarıyla döşendi ve telgraf mesajlarının ABD’den Avrupa’ya anında iletilmesini sağladı. Projenin başında, bugün bile termodinamik alanındaki çalışmalarıyla tanınan ancak kıtalararası iletişimi mümkün kılmadaki kilit rolü unutulmuş olan büyük İngiliz fizikçi Lord Kelvin vardı. Tarihte ilk kez New York’taki bir Salı gazetesi, iki ya da üç hafta öncesinin “haberleri” yerine Avrupa’dan Pazartesi gününün haberlerini taşıyabilecekti.

1694: İngiltere Merkez Bankası, para basmak ve ulusal borcu yönetmek  üzere Londra’da “Laus Deo” (Tanrıya Övgü) tezahüratları arasında açıldı.

26 Temmuz

2007: Dünyanın en aranan bilgisayar korsanlarından biri olan Ukraynalı Maksym Yastremskiy (24) gizli servis tarafından Kemer’de bir gece klübünde yakalanıp tutuklandı.

Yastremskiy; Barnes & Noble, Sports Authority, Marshalls, TJ Maxx gibi büyük perakendecilerin wi-fi sistemlerinden ve Citibank gibi bankalardan (içlerinde 12 Türk bankası da vardı) kredi kartı bilgilerini çalan uluslararası çetenin elebaşlarından biriydi. 45 milyon kredi kartı bilgisini alıp satıyordu. Şirketler 5 yıllık bir süre içinde bu işten $49 milyar kaybettiler. Sadece Yastremskiy kendine $11 milyon lüpledi.

Amerikan gizli servis ajanları hep bu işin peşindeydi. 2004’ten beri Florida’da birbirlerine yakın oturup sabahtan akşama kadar bilgisayar korsanlığı yapan 4 ergeni takip ediyorlardı ve hatta birisini de maaşa bağlayıp ajan olarak kullanmayı becermişlerdi. Sonunda Yastremskiy’e de ulaştılar. Gizli servis ajanlarından biri bilgisayar korsanı rolüyle onunla arkadaşlık kurmayı başardı. Birkaç kez Güney doğu Asya ve Orta Doğu’da otellerde ve lüks plajlarda buluşup bu arkadaşlığı geliştirdiler. Ellerine Yastremskiy’i Ukrayna’da tutuklama fırsatı geçti ama rüşvetçi polislerle işbirliği yaptığını görünce vazgeçip Yastremskiy’nin dost bir ülkeye gitmesini beklediler.

O fırsat karşılarına Kemer’de çıktı. Türk gizli servisiyle birlikte, Yastremskiy bir gece klübündeyken kaldığı lüks oteldeki odasına girip Lamborghini marka diz üstü bilgisayarına el koydular. Ardından da gidip gece klübünde onu tutukladılar. Ocak ayında davası sona erdi ve 30 yıl yedi. Yastremskiy cezasını sürdüğü Antalya L Tipi Cezaevi’nde iade talebinde bulunan ABD ile ülkesi Ukrayna’ya iade edilmemek ve Türk vatandaşlığına geçebilmek amacıyla bir Türk’le evlendi.

Daha sobnra cezaevindeyken kız arkadaşı Evgeniya tarafından defalarca sahte kimlikle ziyaret edildiği ortaya çıktı. Bu arada Florida’daki ergenlerden biri intihar etti, ikisi sadece kredi kartı hırsızlığından değil aynı zamanda Pentagon ve NASA’yı da hackledikleri için hüküm yedi, biri hâlâ Amerikan gizli servisi için ajanlık yapıyor.

1995: İstanbul Altın Borsası (İAB) açıldı. Artık tüzel kişiliği yok. Şimdi kıymetli maden ve kıymetli taş işlemleri Borsa İstanbul’da yapılıyor.

. . . . .

1951: Türkiye’deki ilk petrol Raman Dağı yöresinde bulundu.

1786: Bilinen en eski ABD hisse senedi ve tahvil tabloları Massachusetts Centinel gazetesinde yayınlandı.

25 Temmuz

1979: ABD Başkanı Jimmy Carter merkez bankası Federal Reserve’in başına efsanevi başkan 2.01’lik dev Paul Volcker’i atadı. Volcker Princeton Üniversitesi’nden birincilikle mezun olmuş, bitirme tezinde Federal Reserve’in savaş sonrası politikalarıyla enflasyonu kontrol altına almakta sınıfta kaldığını yazmıştı. Fed’de yazları staj yaptıktan sonra 1952 yılında tam zamanlı ekonomist olarak orada işe başladı. Beş yıl sonra Chase Manhattan’a, sonra Hazine Bakanlığı’na, sonra yine Chase’e, sonra yine Hazine’ye geçti.

Başkan Nixon’un 1971’de doların altına çevirilebilirliğini iptal etme kararıyla Bretton Woods Anlaşması’nın çöpe gitmesinde büyük rol oynadı. 1975’te New York Fed’in başına geçti, 1979’da da tüm Fed’in başkanı oldu. 1983’te Reagan onu yine atadı ve 1987’ye kadar görevinin başında kaldı.

O zamanlar ABD yüksek enflasyonla (%15) boğuşuyordu. Volcker gözünü bile kırpmadan faizleri iki katına yükseltti (%20). ABD finans tarihine bu hareket “Volcker Şoku” diye geçti. Mart 1983’e gelindiğinde enflasyon oranı %3’ün altına düşmüştü. Enflasyon düştü ama yüksek faizler de durgunluk ve işsizlik getirip doların değerini artırdı. Japon ürünleri Amerikan piyasalarını hakimiyeti altına aldı. Cari açık hortladı. Volcker bu durumu düzeltmek için 1986 yılında Almanya ve Japonya’nın paralarının değerini artıracak olan Plaza Anlaşması’nı yaptı. Buna Reagan’ın genişlemeci politikaları da eklenince ticaret ve bütçe açıkları Amerikan ekonomisinin değişmez öğesi haline geldi.

Volcker boyu gibi büyük bir adamdı ama bugün ABD’nin ulusal borcunun $35 trilyona ulaşmış olmasında da önemli bir rol oynamış oldu. 92 yaşında öldü. Anılarında “ne yöne baksam pislik var” diye yazmıştı.

1893: “Korkunç Panik” dibi gördü. ABD’nin her dört demir yolu şirketinden biri iflas eder, 15 bin iş yeri ve 500 banka kapanır, işsizlik %40’lara tırmanır, eve ekmek getirmek için erkekler taş ocaklarında, kadınlar randevu evlerinde çalışırlarken NYSE yöneticileri bir ara borsayı hepten kapatmayı düşündüler.

24 Temmuz

2019: Boeing, en çok satan uçağı 737 MAX’in beklenenden daha uzun süren uçuş yasağı ile boğuşurken, şimdiye kadarki en büyük çeyrek zararını açıkladı: $3 milyar.

. . . . .

1987: ZZZZ Best Co. şirketinin kurumsal varlıkları Los Angeles’taki iflas müzayedesinde $62 bine satıldı. Dört aydan kısa bir süre önce, 21 yaşındaki dahi çocuk Barry Minkow tarafından yönetilen halı temizleme şirketinin borsa değeri yaklaşık $300 milyondu ve 1986’daki ilk halka arzdan bu yana hisse senetleri dört kattan fazla artmıştı. Ancak ZZZZ Best’in (ze best olarak telaffuz edilir) neredeyse hiç müşterisi, geliri ya da varlığı yoktu ve Minkow hayali ofisler ve sahte hesap kayıtlarından oluşan ayrıntılı bir sistem kurmuş, hatta bir bina sahibine rüşvet vererek dışarıdan bir denetçinin huzurunda ZZZZ Best’in halılarını temizlediğini iddia etmişti. Minkow dersini aldı ve beş yıl hapis yattı, ancak yatırımcılarının ders alıp almadığı belli değil.

1959: Moskova’daki Sokolniki Parkı’ında Amerikan Ulusal Sergisi’nin açılışında, ABD Başkan Yardımcısı Richard Nixon ile Sovyet Başbakan Nikita Kruşçev arasındaki o meşhur “Mutfak Tartışması” başladı.

İki ülke 1958 yılında karşılıklı olarak sergiler açıp kültürel alışverişte bulunarak anlayış ortamını desteklemek için anlaşmaya varmışlardı. İlk sergiyi 1959 Haziran’ında Sovyetler Birliği New York’ta açtı. Bilim ve teknolojide ne kadar ileri gittiklerini göstermek istiyorlardı, onun için sergiyi roketler, uydular, nükleer güç vasıtalarıyla donattılar. Amerikalıların bir ay sonra Moskova’da açtığı sergide yaklaşım biraz daha farklı oldu. 450 Amerikan şirketi televizyonlar, buzdolapları, çamaşır makineleri, parlayan arabalar, kola içecekler, kremler, parfümler gibi tüketim ürünlerini sergilediler.

Bütün bunlar soğuk savaşın tam ortasında gerçekleşti. Sovyetlerin daha iyi roketleri ve uyduları (Sputnik’i göndermişlerdi bile), Amerikalıların ise renkli televizyonları vardı. Kim neyi görmek istediyse onu gördü. Amerikalılar serginin ortasına içini göstermek için ortasından kesilmiş tipik bir banliyo aile evi inşa ettiler. Ev Nixon’un dediği gibi Amerikalı bir çelik işçisinin ayda $100 mortgage ödeyerek alabileceği bir prototipti. Mutfağında zamanın kadının sahip olmak istediği her şey vardı. Fırın, buzdolabı, dondurucu, çamaşır makinesi, tost makinesi, kurutucu, vs., vs.

İşte Nixon ile Kruşçev arasındaki o plânlanmamış ve tercümanlar vasıtasıyla gerçekleşen bir dizi ikili görüşmenin ilki orada yapıldı ve bu nedenle de bu görüşmelere “Mutfak Tarışmaları” ismi verildi. Mutfaktaki ilk görüşmede Kruşçev ABD Kongresi’nin Sovyetlerin doğu bloku ülkelerini boyunduruk altına almasını protesto eden ilke kararından şikayet etti ve teknolojide ABD’yi sollayıp kısa zamanda onlara “bye bye” diyeceğini söyledi. Nixon’a “insanların ağzına yemek koyup aşağı itecek bir makine yaptınız mı” diye sordu. Nixon’da aralarındak rekabetin en azından askeri değil teknolojik olduğunu dile getirdi.

İkinci görüşme sergideki bir televizyon stüdyosunda gerçekleşti. İki lider de tüm görüşmelerin ülkelerinde televizyonda yayınlanacğı sözünü verdi. Konuşmalar ilginçti, çünkü hiçbir lider silahlardan ve siyasetten konuşmadı. Kruşçev, “siz 300 yıldır varsınız, buralara geldiniz, biz 42 yıldır varız, sizi yakaladık” dedi. Sonra “biz burun deliklerimizle sinek avlamayız” dedi. Tercüman neredeyse kalp krizi geçirecekti, neyse “biz boşa vakit harcamayız” demek istediğini kısa sürede anladı.

Sergi 6 hafta sürdü, 2,7 milyon Rus ziyaret etti. Cadillac’lara, Buick’lere, Lincoln’lara bayıldılar, kürk mantolu Rus modeller rock-n-roll yaptılar, bol bol Pepsi içildi. Kruşçev bile çaktırmadan yudumladı.

Son görüşme Kruşçev’in daçasında gerçekleşti, 5 saat sürdü, kaydedilmedi ve yayınlanmadı.

1908: Türk basınında sansür kalktı. Osmanlı’nın son günlerinde gazeteler sansür memurlarının kontrol ve denetiminden geçtikten sonra yayınlanıyordu. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra,, bugün bu uygulamaya son verildi ve günümüzde “sansürün kaldırılması” olarak adlandırılan bu dönüm noktası ve gün artık Gazeteciler ve Basın Bayramı olarak kutlanmakta.

1960: Yine aynı gün, gazete sahipleri ve yazı işleri müdürleri basının kendi kendini denetlemesini sağlayacak Basın Ahlâk Yasası’nı imzaladılar. Ne var ki, 60 yıl sonra manzara farklı.

Basın bayramı kutlanıyor kutlanmasına da, ne kutlanıyor acaba? Bilgi alma özgürlüğü ve hakkının korunması için mücadele eden uluslararası sivil toplum örgütü Reporters Sans Frontières’in (Sınır Tanımayan Gazeteciler) her yıl derlediği World Press Freedom Index’inde (Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi) 180 ülke arasında 153’üncüyüz (2021).

23 Temmuz

2015: Financial Times gazetesinin sahibi İngiliz Pearson PLC, FT Grubunu Japon medya devi Nikkei Inc.’e £844 milyon nakde sattı. Ana işi medya olan Nikkei Inc. yılda $1,1 milyar cirosu olan bir holding.

1961: Amerikalı opera sanatçısı Grace Bumbry, Almanya’daki Bayreuth Festivali’nde sahne alan ilk zenci mezzo soprano oldu. Perde indikten sonra 30 dk. ayakta alkışlandı, tam 42 kez sahneye geri çağrıldı.

Babası bir demiryolu işçisi, annesi öğretmendi. Müthiş bir kariyeri oldu. Yerel bir radyo istasyonu yarışmasını kazanıp ilk bin dolarını kazandı ve bir daha geriye bakmadı. Milano’nun La Scala’sını, Covent Garden’ın Kraliyet Operası’nı, Paris Operası’nı, New York’un Metropolitan’ını, Viyana’nın Devlet Operası’nı, Salzburg’u, San Fransisco’yu (orada Leyla Gencer ile birlikte) yıktı geçti. Beyaz Saray’da önce Jacqueline Kennedy, sonra Reagan’lar için şarkı söyledi.

Sahnedeki ateşli duruşu ve dramatik tavırlarıyla ünlü oldu. New Yorker dergisi onu şöyle tarif etti: “o için için yanan bir deniz kestanesiyle leopar karışımı bir şey”. 1961 yılında, Alman besteci Richard Wagner’in 1876 yılında başlattığı Bayreuth (Kuzey Bavarya) Festivali’ne Wagner’in torunu Wieland tarafından davet edildi. 24 yaşındaydı. Muhafazakâr Alman opera severler bu fikri pek beğenmediler ama perde indiğinde 30 dk. oturmadan alkışlayıp Bumbry’yi 42 kez sahneye davet ettiler.

Bugün bir festival bileti almanız için 10 yıl beklemeniz gerek. 58 bin bilet var, 500 bin kişi başvuruyor. Her yıl tekrar başvurmazsanız tekrar listenin sonuna atılıyorsunuz. Biletler €350 civarında. İyi yerlerin fiyatları Paris Operası’nda €350, New York Metropolitan’da $350, Covent Garden Kraliyet Operası’nda £225, Milano’nun La Scala’sında €250’ye satılıyor. Bu sezon 7 Aralık’ta Teatro Alla Scala’da Tosca’nın galasına gitmek istiyorsanız €2.500’le vedalaşmanız gerek.

23 Temmuz 1961 yılında zenci bir kadın muhafazakâr Bavaryalı opera severleri kendine hayran bırakırken, ne ilginçtir ki, 23 Temmuz 1984’te seçilen ilk zenci Amerika Güzeli olan Vanessa Williams’ın tacı da Penthouse dergisine çıplak poz verip erkekleri hayran bıraktığı için geri alınmıştı.

22 Temmuz

2003: Saddam’ın oğulları Uday ve Kusay Musul’da Şeyh Navaf El-Zeydan Muhammed’in malikânesinde öldürüldüler. Muhbir Navaf El-Zeydan’dan başkası değildi. O gün $30 milyon zenginleşti.

1949: Türkiye’nin ilk ampul fabrikasının temeli atıldı (Vehbi Koç/General Electric iş birliğiyle). Vehbi Koç, General Electric firmasının yönetim kurulu başkanı ve genel müdürü Mr. Reed’i zaten yarısı tercümeyle geçen 45’er dakika süren iki randevuda ikna edebilmişti.

. . . . .

1729: Brezilya’nın Minas Gerais eyaletinde elmas bulundu ve bölge 150 yıl boyunca dünyanın en büyük elmas tedarikçisi oldu. Minas Gerais zaten Portekizce “Genel Madenler” demek. Bu isim 1693 yılında bölgede altın bulunduktan sonra Portekizli sömürgeciler tarafından verildi.

1732 – 1771 arasında bölgeden Avrupa’ya 1.666.500 karat elmas ihraç edildi (yılda 42 bin karat). Bugünün standartlarında bu miktar çok fazla değil ama o tarihte Brezilya’yı dünyanın en büyük üreticisi yaptı (dünya üretiminin üçte ikisi), çünkü zamanın en büyük üreticisi Golconda (Hindistan) madeni artık tükeniyordu ve elmas Güney Afrika’da henüz keşfedilmemişti. Brezilya bugün dünya elmas üretiminde 220 bin karatla sadece %1,5 pay alıyor ama bu elmasların hepsi Minas Gerais’ten geliyor. Bölgede artık fazla elmas kalmadı ama bol bol topaz, zümrüt, safir, yakut, pembe betil, turmalin, opal, altın, mangan, demir ve nikel var.

Ünlü 1.680 karatlık Braganza elması da orada bulundu. Daha sonra elmas değil de topaz olduğu ortaya çıktı ama elmas olsaydı bugüne kadar yeryüzüne çıkarılan ikinci en büyük elmas olacaktı (en büyüğü Güney Afrika’da çıkarılan 3.106 karatlık Cullinan elması – en büyük ilk yirminin yarısı Güney Afrika’dan).

Bugün Minas Gerais eyaleti Brezilya’nın nüfus bazında en büyük ikinci (21 milyon), GSYİH bazında en büyük üçüncü ve alan bazında en büyük dördüncü eyaleti (Fransa’dan biraz küçük). Ticaret ve kültür merkezi olan Belo Horizante (6 milyona yakın) São Paulo ve Rio de Janeiro’dan sonra ülkenin üçüncü en büyük kenti. 9 cumhurbaşkanı çıkarmış. Pele de oradan.

Amerika kıtalarının en eski insan fosili Luzia (12 bin yaşında) Minas Gerais’te bulundu. 17. yüzyılda altına ve elmasa hücum sırasında Portekiz’den oraya 600 bin Portekizli Bandeirantes (servet avcısı göçmen) geldi ve bölge Brezilya’nın ekonomik yapısını değiştirdi. Kuzeydeki şeker kamışına dayalı ekonomik gücü güneye indirdi ve Rio de Janeiro gibi liman kentlerinin doğmasına neden oldu. Hatta Portekiz 1808 yılında Napolyon’un eline geçince idari başkentini oraya kaydırdı.

Minas Gerais’e “derin Brezilya” da denilebilir, çünkü daha kozmopolit olan São Paulo ve daha gösterişli olan Rio’dan farklı olarak çok daha yerli ve geleneksel. Avrupalıların bol olduğu bu kentlerin bulunduğu güneyden, yerlilerin domine ettiği kuzeyden ve Afro-Brezilyalıların çoğunlukta olduğu kuzeydoğudan daha Portekizli. Minas Gerais’te doğanlara Mineiros deniliyor ve son derece ayırt edilebilir aksanları var.

21 Temmuz

2019: Simba ve Mufasa bu hafta sonu tam kral oldular. Disney’in “Aslan Kral” filmi vizyona girdiği ilk üç gün boyunca 4.756 Kuzey Amerika salonundan 185 milyon dolar gibi muazzam bir hasılat elde etti.

2002: Telekom devi WorldCom iflâs etti. $107 milyarlık aktifleriyle bu şirket batışı o güne dek tarihin en büyük iflâsıydı (2008 küresel kriziyle yeni rekorlar geldi). WorldCom iflâs başvurusunu $4 milyarlık masraflarını buharlaştırıp $1,4 milyar kâr açıkladıktan 1 ay sonra yaptı. Batak ortaya çıkana dek ABD’de yüzbinlerce kişinin emeklilik fonunda WorldCom hissesi vardı. Hepsi buhar oldu. Binlerce kişi de işini kaybetti.

WorldCom $4 milyarlık masrafı nasıl defterlerden yok etti? Elbette yaratıcı CEO’su ve CFO’su sayesinde. Bu abidik gubidiki finansal tablolarında (bilanço, gelir/gider tablosu ve faaliyet raporlarında) hokkabazlık yaparak becerdiler. Bu hokkabazlığı muhasebede tahakkuk yöntemi denen kavramla oynayarak yaptılar.

Bu yönteme göre işin doğrusu, sermaye harcamaları tek kalemde gider olarak yazılmaz, şirkete sağlayacağı süreye göre dönemlere tahsis edilir. İşletme giderleri ise tam aksine giderin yapıldığı dönemde tek kalem olarak düşülür. Örneğin bir şirketin dönem kârı 10 bin TL ve o dönem yaptığı sermaye yatırımı 7.500 TL ise; bu harcama tek kalemde masrafa yazılırsa şirket sadece 2.500 TL kâr etmiş gibi gözükecektir. Halbuki işi doğru yaparak (sermaye yatırımının ömrünün 5 yıl olduğunu varsayarsak) ilk döneme tahakkuk ettirilecek sermaye yatırım masrafını 1.500 TL olarak gösterirseniz, şirketin gerçek dönem kârının 8.500 TL olduğu gözükür.

İşte maharetli CFO Scott Sullivan, WorldCom’un işletme giderlerini de sermaye harcaması gibi göstererek biriken o büyük masrafları böyle yok etti. Doğrusunu yapsaydı WorldCom $1,4 kâr yerine büyük bir zarar açıklayacaktı.

Olan çalışanlara ve yatırımcılara oldu ama CFO Scott Sullivan 5, CEO Bernard Ebbers 25 yıl hapis cezası yediler. WorldCom 2003 yılında MCI olarak yeniden yapılanarak iflâstan çıktı. MCI ise şimdi Verizon’un bir bağlı ortaklığı.

Elbette bu olay muhasebe hokkabazlıklarının sonu olmadı, daha yüzlercesini yaşadık. Bunların bir tanesi de WorldCom’un iflâs ettiğinden 13 yıl sonra ve yine aynı gün (21 Temmuz’da) Toshiba’da ortaya çıktı (kârları $1,2 milyar şişirmişlerdi).

1933: Wall Street, Başkan Franklin D. Roosevelt’in – yaklaşık bir ay önce yürürlüğe giren Glass-Steagall Yasası da dahil olmak üzere – Yeni Düzen’inin etkilerini sindirmeye çalışırken, Dow Jones Sanayi Endeksi %7,8 düşerek tarihin en kötü 12. günlük yüzde kaybını yaşayıp 88,71’de kapattı.

20 Temmuz

2001: Londra Borsası halka açıldı ve kendi tahtasında £360’dan işlem görmeye başladı. 18 yıl sonra bugünlerde hissenin fiyatı £6.000’lere yaklaşmış durumda. Borsa bu yıl $3 milyara yakın ciro yapacak.

Halbuki o da ABD’deki kardeşi gibi 1600’lı yılların sonunda kahvehanede başlamıştı (Jonathan’s Coffee House) ama kendi binasında resmi açılış tarihi 1801. Çok badireler atlattı. Güney Denizi Balonu, iki dünya savaşı, İRA bombaları, big bang (deregülasyon), Londra’yı İşgal Et (Occupy London) protestoları, şirketi ele geçrime hücumları…

Bunlar yetmiyormuş gibi; küreselleşme, ekonomik bariyerlerin yıkılması, deregülasyon, yeni teknolojiler, yeni işlem platformları, uyum yasaları gibi devinimlerin ortaya çıkardığı acımasız rekabet koşulları Londra’nın devamlı avda olmasını gerektirdi. 2004’te Deutsche Boerse’nin, Euronext’in ve Avustralyalı Macquaire Bank’ın pençesiden kurtuldu. Daha sonra Nasdaq’ın teklifini reddetti ana Nasdaq piyasadan %29 hisse topladı.

Baktı ki olmuyor, birleşerek büyümesi gerek, gitti 2007’de $2 milyara İtalya Borsası’nı satın aldı. Aynı yıl, OMX’i (Nordik, Baltık ve Kafkas Borsaları) almaya kalktı ama Nasdaq, Dubai ve Katar konsorsiyumuna karşu duramadı. Katar sonra çekildi. OMX’i Dubai aldı, sonra yeni oluşacak şirketin %20’si ve Nasdaq’ın Londra’daki %29 hissesi karşılığında Nasdaq’a devretti. Katar Yatırım Otoritesi’nin ise Londra Borsası’nda hâlâ %10 hissesi var.

Alım furyası sonra da devam etti. Londra Borsası 2009’da Sri Lanka’lı bir trading sistemleri yazılım şirketini $30 milyona aldı, 2011’de Toronto Borsası’nı başkasına kaptırdı ve 2013’de işlem platformu Turquoise’ı alıp başına da Pınar Emirdağ’ı getirdi. Sonra hem Frank Russell Co. hem de FTSE International’ı bitirerek dünyanın en önde gelen endeks sağlayıcılarından biri oldu. 2016’da Deutsche Boerse ile birleşme plânı rekabet kuruluna takıldı.

İşte böyle böyle $3,8 trilyonluk iç piyasa değeriyle dünyanın en büyük 7. hisse senedi borsası oldu. Ondan önce gelenler şöyle: 1. NYSE ($22,5 tr.), 2. Nasdaq ($10,7 tr.), 3. Japon Borsa Grubu ($5,6 tr.), 4. Şangay Borsası ($4,2 tr.), 5. Euronext ($4,1 tr.), 6 Hong Kong Borsaları ($4,1 tr.). Borsa İstanbul’un piyasa değeri $167 milyar.

2000: Vietnam hisse senedi borsası açıldı (Ho Chi Minh City Securities Trading Center). O gün sadece 2 şirket vardı ve 4 bin hisse el değiştirdi. Bugün bir de Hanoi Borsası var. İki borsada 700 kadar şirket kote.

. . . . .

1998: Rusya, rublenin devalüasyonunu önlemek amacıyla IMF’den $11,2 milyar kredi aldı. Besle kargayı olmuş.

. . . . .

1992: Charles Schwab, OneSource programını tanıtarak yatırımcıların işlem ücreti ödemeden yüzlerce farklı fon arasından seçim yapmasına olanak tanıyan yatırım fonu süpermarketini açtı. Charles Schwab Corporation, çok uluslu bir Amerikan finansal hizmetler şirketi. Hem bireysel hem de kurumsal müşterilere bankacılık, ticari bankacılık, yatırım ve danışmanlık dahil olmak üzere ilgili hizmetler ve varlık yönetimi danışmanlığı hizmetleri sunuyor. Başta ABD ve Birleşik Krallık’taki finans merkezlerinde olmak üzere 400’den fazla şubesi var. Varlıklar bazında ABD’nin en büyük bankaları listesinde onuncu sırada. 31 Aralık 2022 itibariyle 7,05 trilyon $ müşteri varlığına, 33,8 milyon aktif aracılık hesabına, 2,4 milyon kurumsal emeklilik planı katılımcısına ve 1,7 milyon bankacılık hesabına sahip.

19 Temmuz

2017: İngiltere’de kamu tarafından finanse edilen BBC, en çok kazanan oyuncu ve sunucularının isimlerini ve maaşlarını yayınlamak zorunda kalarak şöhret, cinsiyet, ırk ve vergi mükelleflerinin parasının kullanımı konusunda ulusal bir tartışma başlattı. Liste, BBC’nin 96 canlı yayın kişisine yılda en az 150.000 sterlin ödediğini ve bu rakamın İngiltere Başbakanı’ndan daha fazla olduğunu gösterdi.

. . . . .

2009: Türkiye’de tüm lokanta , meyhane vb. kapalı alanlarda sigara yasağı uygulaması başladı.

Türk milletinin devleti hizmetkârı olarak göreceğine kapıdan 1071’de giren biat kültürünün bir yansıması olarak garip bir şekilde devlete köle olmayı seçmesiyle “yassah kardeşim”e alışıklığının tezahürü.

Bir de elbette uygulama sorunu var. Sanki şimdi buralarda hiç sigara içilmiyor. Yasağı koyup uygulamamak, evde ve okulda birey değil koyun olarak yetiştirilip yasağı koyandan hesap sorma kültürüne sahip olmamanın sonucu.

Koyun olunca çoban da oluyor tabi. Hesap sorma alışkanlığı olmadığı gibi, sigorta ettirmediği, koruma donanımına sahip olmadığı, tedbirini almadığı malına zarar gelince de “devlet baba nerede?” kolayına kaçış var.

Bir gün belki de bu özellikleimizi sıralayan bir Çılgın Türkler kitabı yazılır…

1990: O zamanlar rekor olan 6 halka arzın tek bir günde düzenlenmesiyle Wall Street ateş gibi yanmaya başladı. O gün bu arzlardan $100 milyon toplandı. Bu, ekonominin ve borsanın resesyondan çıktığının erken bir işareti oldu ve yatırımcıların sadece nefes alan hemen hemen her işletmeden bir parça satın almaya hep hazır olduğunu hatırlattı.

1903: Dünyanın en önemli spor etkinliklerinden biri ve en büyük bisiklet yarışması Tour de France’ın ilki tamamlandı. Bu ilk yarışı Fransız Maurice Garin kazandı.

23 gün sürüp 21 etaptan (3.500 km.) oluşan tur (Giro d’Italia ve Vuelta da öyle) rekabeti Le Vélo’ya kaybedip satışları artırmak isteyen spor gazetesi L’auto’nun girişimiyle başladı. Yarış aradaki iki dünya savaşı hariç 106 kez yapıldı.

Bu yıl yarışa 176 yarışmacıdan oluşan (30 ülkeden) 22 takım (bireysel olarak katılamazsınız) katılıyor. 22 etabı en kısa sürede bitiren kazanıyor ama arada ödül verilen başka kategoriler de var. Yarışamcıların çoğu Fransız, Belçikalı, İtalyan, İspanyol, Alman ve Hollandalı.

Yarışmayı 3,5 milyar kişi izliyor ama bilet parası yok. Tur parayı yayıncı kuruluşlardan, sponsorluklardan ve geçtiği kasabalardan aldığı ücretlerden kazanıyor. Halbuki FİFA kazandığı $5 milyarın $1 milyarını biletlerden kazanıyor.

Bisikletçiler de nispeten az kazanıyor. Şampiyonanın toplam ödül bütçesi $2,5 milyon. Kazanan $560 bin alıyor. Kalan para da diğer kategoriler için yarışmacılara ve takımlara dağıtılıyor ama takım ve yarışmacıların forma reklam gelirleri de var. Yoksa rakam çok az. Bir Wimbledon şampiyonu oynadığı ortalama 18 saat tenis için 2,35 milyon sterlin alıp saatte $162 bin kazanıyor. Halbuki 3 haftada 3.500 km. bisiklet sürüp 125 bin kalori harcıyan bir Tour de France şampiyonu saatte $6.700 yapabiliyor. Federer’in $450 milyonu var. 2018 Tour de France şampiyonu Geraint Thomas’ın $1 milyonu.

Asıl parayı doping yapıp turu 7 kez üst üste kazanan (sonra tüm yedisi de ondan geri alındı) Amerikalı Lance Armstrong yaptı. Şimdi banka hesabında $125 milyonu var. Zaten turun tarihi yalancılarla dolu. Hatta ilk turu kazanan Garin bile ikincisinde (1904) bir etapta trene bindiği için diskalifiye olmuştu.

 Tour de France’ta kadın yok. Birkaç kez paralel bir kadınlar turu organize edildi ama tutmadı. Şimdi de bir kadınlar organizasyonu var ama kimse izlemiyor. Aslında kadınların olmadığı iyi, çünkü erkekler zaman kaybetmemek için bazen bisiklet sürerken işiyorlar. Bir yarışmacının bir etapta 5 litre su içtiğini hesaba katarsanız mesaneyi kontrol etmenin zor olduğunu takdir edersiniz. Herkesin gördüğü bir yerde işemenin cezası var, onun için bazen ıssız bir yerde durup rahatlıyorlar ama çoğu bu işi bisikletlerindeyken yapıyor (zaten o sıkı bisiklet formalarının içine kimse don giymiyor).

18 Temmuz

1994: İntihar bombacıları Buenos Aires’teki Arjantin İsrail Yardımlaşma Derneği (AİYD) binasını içi 275 kg. patlayıcı dolu bir kamyonetle havaya uçurup 85 kişinin ölmesine 300 kişinin de yaralanmasına neden oldular.

Arjantin 230 bin Museviye ev sahipliği yapıyor. Musevi nüfusun en fazla olduğu en büyük Latin Amerika ülkesi. İsrail dışında da dünyanın altıncı en büyüğü. Bu bombalamadan 2 yıl önce yine Buenos Aires’teki İsrail Konsolosluğu bombalanmış, 29 kişi ölmüştü. AIYD olayının ertesi günü de bir Panama uçağı düşürüldü. İçindeki 12’si Musevi olan 21 yolcu öldü. Olayın ardından 25 yıl geçti, suçluların hâlâ yakalanmamış olması bir yana herkes birbirini suçlamaya devam ediyor. Artık gerçeklerle yalanlar iç içe girmiş durumda.

Bombalamayı Hizbullah’ın bir yüzü olan bir Filistin cihatçı örgütü üstlendi. 1996’da üst düzey bir polis memuru tutuklandı. $2.5 milyon karşılığında kamyoneti tedarik eden kişiydi ama sonra çalıntı ürünler karşılığında araba hırsızlarına koruma sağlayan biri olduğu ortaya çıktı. 2000 yılında Türkiye’deki bir sığınmacı kampında görev yapan bir gazeteci olayın arkasında İran’ın olduğunu söyledi. Raporuna göre olay öncesinde Arjantin İran’a nükleer teknoloji transferi yapmayı görüşüyordu ve bu vaadinden vazgeçmişti. İran bütün bunları yalanladı.

2002 yılında zamanın cumhurbaşkanı Menem’in olayı örtbas etmek için $10 milyon aldığı yazıldı. Menem suçlamayı reddetti ama gizli İsviçre hesapları olduğunu itiraf etti. 2005 yılında olaya bakan yargıç görevinden azledildi. Aynı yıl Kardinal Jorge Mario Bergoglio (şimdiki Papa) adalet yerini bulsun diye imza topladı. Bir yıl sonra, yeni yargıç Nisman resmen İran’ı suçladı. Daha sonra o zamanki cumhurbaşkanı Cristina Krichner’in de ötrbas işinin içinde olduğunu söyledi ama hazırladığı 300 dosyayı mahkemeye getiremeden öldürüldü. Mahkeme içlerinde Rafsancani’nin de bulunduğu bir dizi üst düzey İranlı devlet adamını suçladı ama İnterpol’den kırımızı bülten çıkarttıramadı.

Arjantin İran’ı, İran zionistleri, Mossad Nazileri, politikacılar polisleri, polisler mahkemeyi, mahkeme devlet adamlarını suçlamaya devam ettiler, ediyorlar. Biri suçluyor, diğeri yalanlıyor. Bu arada Buenos Aires’te görev yapmış olan eski İsrail başkonsolosu Mossad’ın bütün suçluları bir bir temizlediğini söyledi ama bunu da İsrail hükümeti reddetti.

Leş kokuyor. Kokmaya da devam edecek. Aynı Cemal Kaşıkçı olayı gibi.

1968: Fairchild Semiconductor’ı terk eden mülteci mühendisler Robert Noyce ve Gordon Moore, elektronik devreleri silikon çipler üzerinde minyatürleştirmek için N.M. Electronics Corp. şirketini kurdular. Mountain View, Kaliforniya’da kiralanan küçük bir binada faaliyet gösteren firma ilk yıl 2.672 dolar gelir elde etti. Kısa süre sonra da adını Intel Corp. olarak değiştirdi.

. . . . .

1941: II. Dünya Savaşı sırasında artan milli savunma ihtiyacını karşılamak amacıyla TL25 milyon tutarında “tasarruf bonosu” ihraç edildi. 5, 25, 100 ve 1.000 liralık olup 3, 6 ve 12 ay vadeli olarak düzenlenen bonoların yıllık bazda %4 ile %6 arasında değişen faizleri vardı ve büyük ilgi gördü.

1925: Mein Kampf’ın (Kavgam) ilk cildi yayımlandı. Kitap hemen liste başı oldu ve Hitler’e 1,2 milyon Reichsmark kazandırdı (o zaman ortalama bir Almanın yıllık gelirinin 200 misli). Bavyera hükümetine darbeye teşebbüsten hapisteyken yazmıştı.

17 Temmuz

2017: Tayland’da sarayın tüm varlıklarını ($33 milyar) yöneten Kraliyet Emlak Ofisi’nin kontrolünü doğrudan Kral Maha Vajiralongkorn Bodindradebayavarangkun’a veren tasarı yasalaştı.

Kralın tam ismi “Wachiralongkon Borommachakkrayadisonsantatiwong Thewetthamrongsuboriban Aphikhunuprakanmahittaladunladet Phumiphonnaretwarangkun Kittisirisombunsawangkhawat Borommakhattiyaratchakuman“. Tayland’ın o meşhur “lèse majesté” yasasının arkasında mutlu yaşıyor. Yasaya göre; kralı, kraliçeyi, eski kralları ve kraliyet ailesi mensuplarını, hatta kedi köpeklerini bile eleştiremezsiniz (son eşinin köpeğinin ismi Hava Kumandanı Mareşal Fufu). Cezalar 35 yıla kadar çıkıyor.

1952 doğumlu kral ilk evliliğini 25 yaşındayken kuzeniyle yaptı, bir çocukları oldu. Kral kısa bir süre sonra bir artistle kırıştırmaya başladı ve boşanması 15 yıl sürdü ama sonra artistle evlenip beş çocuk daha yaptı. Bu sefer kadın bir hava kuvvetleri generali ile kırıştırıp çocuklarıyla birlikte Londra’ya tüydü. Kral 2001’de son eşiyle evlendi ve bir çocuk daha yaptı. Evlendiklerini halkına 4 yıl sonra açıkladı. 13 yıl sonra onu da attı ve boşanma bedeli olarak $5,5 milyon ödedi.

Önemli değil. Para bol. Sadece kişisel serveti $30 milyar. Artık tamamen kendisinin kontrol ettiği Kraliyet Emlak Ofisi’nin ise $33 milyarı var. Tayland’ın 66 bin dönümünün sahibi. 40 bin kira sözleşmesi var (sadece Bangkok’ta 17 bin adet). Oteller, AVM’ler, iş binaları, ülkenin en büyük şirketleri ve bankalarında hisseler… Liste uzayıp gidiyor. Bugün dünyanın en büyük elması da (546 karat) onun kasasında (değeri sadece $12 milyon).

Kişisel servet bazında dünyanın en zengin kralı. İkinci Brunei Sultanı ($20 milyar), üçüncü eski Saudi Kralı ($18 milyar), dördüncü Abu Dhabi Emiri ($15 milyar), ama aile bazında sayarsanız Saudi hanedanını geçemezsiniz ($1,7 trilyon).

. . . . .

1861: ABD’nin ilk kâğıt parası basıldı. Renginden dolayı, bugün dünyanın ölesiye taptığı Amerikan parasının lakabı da belli olmuş oldu: Greenbacks.

1763: John Jacob Astor Waldorf, Almanya’da doğdu. ABD’ye 1783 yılında göç etti ve servetini esas olarak kürk ticareti tekelinden ve Çin’e afyon kaçakçılığı yaparak kazandı. Şirketi American Fur Co., batı sınırlarını ticarete açan ilk büyük şirketlerden biriydi. Değişen Avrupa zevkleri nedeniyle talebin azaldığını görünce 1830’da kürk ticaretinden çekildi ve New York kentinde gayrimenkul yatırımı yaparak çeşitlendirdi. Manhattan Adası’nda büyük araziler satın aldı ve 1848’de öldüğünde ABD’nin en zengin adamıydı. Bugünün parasıyla yaklaşık 120-140 milyar doları vardı.

16 Temmuz

1995: Amazon çevrimiçi kitap satış dükkânını resmen açtı. Bezos şirketini 11 gün önce Cadabra Inc. ismiyle kurmuştu. Birkaç ay sonra bir avukat ismi “kadavra” olarak anladığı için değiştirdi. Bugün şirket değeri $2 trilyon.

1979: Irak’ın başına Saddam geçti. Çeyrek asırlık iktidarında Irak halkının $2 milyarını lüpledi. Bağdat’a bombalar düşmeden birkaç saat önce direktöre elle yazdığı emirle merkez bankasından $920 milyon ve €90 milyon çekmişti. Sonra bu paranın çoğu bulundu.

1661: Avrupa’nın ilk banknotu tedavüle çıktı ve insanları çuvallar dolusu ağır bakır sikkeleri taşımaktan kurtardı ama çözdüğünden çok daha büyük sorunlar yarattı.

Fikrin sahibi İsveç’in ilk bankası olan Stockholms Banco’nun kurucusu Johan Palmstruch idi. Bir yıl önce hükümetin darphanesi eskilerinden daha hafif sikkeler basmaya karar vermişti ama mudiler daha fazla metal değeri olduğu için eski ve daha ağır olanları istiyordu. Bu durum bankaya hücum başlatınca Palmstruch mevduat sertifikaları ihraç etmeye başladı. Sertifikalar sahibine mevduat olarak yatırdığı sikkeleri geri çekme garantisini veriyordu.

Birer kredi (alacak) dekontu olan bu sertifikaların özelliği bankanın kredi vermek için artık mevduat bulmak zorunluluğunu ortadan kaldırmasıydı. Bu kredi notlarıyla alış veriş yapılabildiği için hem artık bir banknot haline geldiler hem de banka bunları kredi olarak verebilmeye başladı.

Asıl icat, Palmstruch’un bu banknotlarının herhangi bir mevduata bağlı olmamasıydı. Yâni artık yeni bir fiat (itibari) para yaratılmıştı ve değerini halkın istediklerinde paralarını sikke olarak geri alabileceklerine dair güveninden alıyordu. Banknot çabucak poüler oldu, çünkü insanları o ağır bakır sikkeleri taşımaktan kurtardı. Banka da gittikçe daha fazla banknot basmaya başladı. Bu da değerlerini düşürdü (biz buna enflasyon diyoruz). Zaman içinde güven de kayboldu ve herkes banknotlarını getirip sikkeleri istemeye başlayınca o kadar sikkeye sahip olmayan banka battı.

1664 yılında hükümet banknotları tedavülden kaldırdı ve mudilerin paralarını ödedi. 4 yıl sonra da Palmstruch’u idama mahkum etti. Ceza ertelendi ve Palmstruch 1670’e kadar hapiste yaşayıp öldü.

Kendi öldü ama fikri yaşadı. Şimdi her taraf sadece itibari değeri olan banknot dolu.

15 Temmuz

1997: İtalyan moda tasarımcısı Gianni Versace daha 50 yaşındayken Miami’deki evinin önünde bir seri katil tarafından öldürüldü. Güzelliğe aşık güzel bir adamdı. Arkasında $1,7 değerinde bir marka bıraktı.

Annesi bir terziydi, mesleğini onunla birlikte dikiş dikerek öğrendi. Ağabeyi Santo ve kızkardeşi Donatelli ile büyüdü. Bir kızkardeşini de 12 yaşında yanlış tetanoz tedavisi yüzünden kaybetti. Öldürüldüğü güne dek 15 yıllık erkek arkadaşı model Antonio D’Amico ile yaşadı. Gazeteciler AIDS olduğunu yazdılar ama sağlık durumu mahremiyet ihlâli nedeniyle polis raporundan çıkarıldı. Katil Andrew Cunanan’ın yakalanması fazla sürmedi. Polis zaten onu tanıyordu. Son 3 ayda 4 kişiyi öldürmüştü. Versace’yi öldürme sebebi hiçbir zaman bilinmedi ama Andrew aynı silahla 8 gün sonra kendini vurdu.

Versace sadece iyi bir moda tasarımcısı değil aynı zamanda müthiş zeki bir pazarlamacı ve sanatçıydı. Dünyaya “süper model” kavramını ve “Google Görseller”i kazandırdı. Naomi Campbell, Cindy Crawford, Linda Evangelista ve Christy Turlington’a o zamanlar ödenen paraların mislini ödeyerek onları hem zengin hem de ünlü yaptı. Bu dahiceydi. Onlar ünlü oldukça, daha çok kazandılar. Kazandıkça daha ünlü oldular… veeee… herkes ünlülerin, starların giydiğini giymek ister.

Versace zaten ünlüleri giydirir, ünlülerle gezerdi (Prenses Diana, Madonna, Tina Turner, Elton John, Elizabeth Hurley, Cher, Sting ve diğerleri). Öldükten 3 yıl sonra Donatella Grammy Ödülleri töreninde giymesi için Jennifer Lopez’e o meşhur yeşil dekolte elbiseyi gönderdi. Elbise saniyede olay oldu, bütün dünya internette o elbiseyi aramaya başlayınca Google hemen “Google Görseller”i başlattı.

Versace servetinin yarısını yeğeni (Donatella’nın kızı) Allegra’ya bıraktı (bugünün parasıyla $800 milyon). Versace markasının değeri ise $1,7 milyar!! Şirketin başında hâlâ Donatella var. Hayatında eline dikiş iğnesi almamış biri olarak son derece başarılı. Versace erkek arkadaşı D’Amico’yu da unutmadı, ona da ömür bayı aylık bağladı. Ayda $26 bincik.

1994: Daha yedi yıl önce yöneticisinin “müthiş” tahmin etme yeteneği sayesinde yatırımcıların $700 milyonunu cezbeden Smith Barney Shearson Sektör Analizi yatırım fonu berbat performansı yüzünden kapatıldı.

O fon yöneticisi, Shearson Lehman’ın sözde “guru”su ve Roubini gibi felâket tellalları tayfasından olan Elaine Garzarelli’den başkası değildi. Güya 1987 çöküşünü önceden tahmin etmiş ve birdenbire Wall Street’in gözdesi olmuştu.

Bozuk saat bile günde iki defa doğruyu tutturuyor. O da Roubini gibi devamlı piyasanın çökeceğini çığırtmış, sonunda haklı çıkmıştı. Evet, 1987’de piyasa göçtü ve haklı çıktı ama hemen ardından nedense o büyülü kristal küresi çatlayıverdi. Çöküşü takip eden yıl (1988) fonu %13,1 kaybetti (halbuki borsalar o yıl ortalama %16,6 yükseldiler). Üstelik takip eden 6 yıl boyunca Garzarelli’nin fonu S&P500’den her yıl ortalama %9,6 daha kötü performans gösterdi.

Ne fon yöneticileri, ne de o fon yöneticilerine paracıklarını teslim edenler hâlâ bu bin yıllık dersi almıyorlar: Geleceği tahmin edemezsiniz!

Kaynak: jasonzweig.com

. . . . .

1992: Hindistan’ın Odişa eyaleti düğün maliyetlerini $800 ile sınırlayıp (orta sınıf için ortalama yıllık gelir) davetli sayısını da azami 50 kişi olarak belirledi. 6 yıl hapis cezası olmasına rağmen kimse dinlemedi. Kim takar yıllık geliri, eşe dosta rezil olunur mu?

1916: Yale mezunu bir havacılık mühendisi olan William Boeing, $100 bin sermayeyle Seattle’da Pacific Aero Products Co. isimli bir şirket kurdu. 1917’de şirketin ismini Boeing Airplane Co. olarak değiştirdiğinde artık jet yolculuğunun günlük yaşamın bir parçası haline gelmesinin yolu açılmıştı.

14 Temmuz

2010: Nova Scotia’da mütevazı bir evde oturan Kanada’lı çift Violet (78) ve Allen Large (75) lotodan $11,2 milyon kazandılar ve paranın neredeyse tamamını bağışladılar. Piyango tam da kötü bir zamanda vurdu. Violet yumurtalık kanseriydi, ameliyat olmuştu ve son kemoterapisini görüyordu.

Kazandıkları $11.255.272 rakamını gördüklerinde önce biraz şaşırdılar, sonra oturup 2 sayfalık bir liste hazırladılar. Uzun bir liste. Aile fertlerine biraz para ayırıp gerisini yerel itfaiyeye, kiliseye, mezarlığa, Kızıl Haç’a, hastanelere, kanser, şeker ve alzaymır hastalığı araştırma vakıflarına ve diğer hayır kurumlarına bağışladılar.

1974’ten beri evli olan çift zaten gezmiyor, tozmuyor, kumar oynamıyor ve ihitiyaçları olmayan bir şeyi satın almıyorlardı. Eski ve küçük evlerinde mutlu yaşıyorlardı. Allen bir çelik, Violet de çikolata fabrikasındaki işlerinden emekli olmuşlardı. Para onlar için “baş ağrısıydı”. Yağmurlu günler için kendilerine sadece $200 bin ayırdılar.

Olay duyulduktan sonra hem gazeteciler hem de paraya gözünü dikmiş dolandırıcılar çiftin peşini bırakmadılar. Bağışlardan sonra zaten dolandırıcılara bir şey kalmadı. Gazetecilere ise Violet ve Allen’dan şu sözler kaldı:

“Sahip olmadığın bir şeyi özlemezsin.”

“Para bize lazım değil ki, hepsini vererek kendimizi çok iyi hissetti.k”

“Bizim zaten her şeyimiz var. Kazandığımız paranın bize hiçbir anlamı yok. Bize sadece birbirimiz lazım.”

Bütün bunlar bize “Paranın Kuralı”ndan şu sözleri hatırlatıyor:

“Sonsuz param var ama hâlâ aynı hamburgeri yiyorum.” Bill Gates

“İhtiyacın olmayan şeyleri satın alırsan, yakında ihtiyacın olan şeyleri satmak zorunda kalırsın.” Warren Buffett

“Paranın bazıları için cazibesi çoktur ama aynı anda iki çift ayakkabı giyemezsin.” Chuck Feeney

“Mutluluk paradan daha zor. Paranın mutluluk getireceğini düşünen kimsenin parası yok.” David Geffen

“Zenginlik çok şeye sahip olmak değil, az şey istemektir.” Epictetus

“Giysiler için çok para harcadık ama en iyi vaktimizi çıplakken geçiriyoruz.” Eyden I

. . . . .

1986: Kuzey Carolina’da Harold Gentry’nin kurşunlanmış cesedi, karısı Betty Neumar ile paylaştığı evinin zeminine yayılmış halde bulundu. Betty cenazeden sonra hayat sigortasından aldığı $20 bine ek olarak ordudan sağlanan diğer yardımları da lüpledi ve evi de sattı. Tam 22 yıl sonra (2008), o zaman 76 yaşında olan Betty’nin kocasını öldürmek için kiralık katil tuttuğu ortaya çıktı. Onu tutukladıktan sonra yetkililer, Betty’nin 1950’lerden bu yana beş kez evlendiğini ve her birlikteliğin kocasının ölümüyle sona erdiğini de fark ettiler.

. . . . .

1969: ABD’de $500, $1,000, $5,000, and $10,000’lik banknotlar tedavülden kaldırıldı (zaten 1945’ten beri basılmıyorlardı). Bizde en büyük banknot bugün $23 ediyor.

1966: New York Hisse Senedi Borsası (NYSE) Bileşik Endeksi hesaplanmaya başladı. NYSE’deki tüm hisseleri içeren endekste 2.000’in üzerinde şirket var ve bunların 400 kadarı yabancı şirket. Hatta piyasa değeri en yüksek (ve dolayısıyla endeksteki ağırlığı) ilk 100 şirketin yarısını yabancı şirketler oluşturuyor.

31 Aralık 1965 tarihindeki 50 başlangıç değeri olarak baz alındı. Daha sonra (Ocak 2003) 5.000 değeri tahsis edildi. Endeks 2019 yılında %22’nin üzerinde yükseldi (2008 küresel krizinde %-41 düşmüştü). En yüksek kapanışını 17 Ocak 2020’de yaptı (14.183,20). Bugün 12.000’lerde dolaşıyor.

13 Temmuz

2015: AB yetkilileri ekonominin istatistikî verilerini manipüle ettiği için İspanya’ya €19 milyon ceza kesti. Hmmmmmm.

2015: Euro Bölgesi liderleri, iflasın eşiğine gelen Yunanistan’ı €86 milyarlık bir kurtarma konusunda görüşmeleri kabul etmesi karşılığında egemenliğinin çoğunu dış denetime teslim etmeye itti.

. . . . .

2008: Belçika merkezli bira üreticisi InBev, Anheuser-Busch’u 52 milyar dolara satın alacağını açıkladı. Bugün dünyanın en büyük bira şirketi 58 milyar dolarlık cirosuyla Anheuser-Busch Inbev. İkinci sırada 38 milyar dolarla Heineken var. Küresel bira sektörünün Pazar büyüklüğü ise 690 milyar dolar.

1923: 14m. boyunda, 106m. uzunluğundaki harflerden oluşan ünlü Hollywood yazısı Los Angeles tepelerine inşa edildi. Yazı önce “Hollywoodland” şeklindeydi ve bölgede inşa edilmekte olan konut kompleksinin reklamını yapmak için oraya kondu. 4 bin ampulü vardı ve sırasıyla “HOLLY”, sonra “WOOD”, sonra “LAND” ve son olarak da tümü yanıp sönüyordu. Harfler oraya katırlarla taşınmıştı ve bugünün parasıyla $310 bine mal olmuştu. Yazının başta orada bir buçuk yıl kalması plânlanmıştı ama sinema sektörünün yükselmesiyle birlikte bir sembol haline geldi ve kimse yıkmadı. Yıkmadı ama sık sık vandalların da saldırısına uğradı. Onun için Albert Kothe isimli bir bakıcısı vardı.

1940’lı yılların birinde Albert sarhoşken arabasını H harfine bindirip yıktı. Olaydan birkaç yıl önce de (1932) 24 yaşındaki artist Peg Entwistle o H’ye tırmanıp kendini aşağı atarak intihar etmişti. Valilik 1949 yılında gittikçe izbeleşen yazıyı tamir etti ve son dört harfi attı. 1970’lere gelindiğinde yazı yine dökülüyordu. İlk O kırılıp yarısı kaldı, üçüncü O tamamen düştü. Yazı yıllarca “HuLLYWO D” olarak kaldı. 1978 yılında başını Playboy’un sahibi Hugh Hefner’in çektiği bir eşraf $250 bin toplayarak yazıyı tamir ettirdiler.

Bugün Hollywood endüstrisi yılda $12 milyar gişe hasılatı yapıyor ve ortalama 135 film çekiyor. ABD’de ortalama bir sinema biletinin fiyatı $9,11. Bu filmlerin üçte ikisini 6 büyük çekiyor (Warner Bros., Walt Disney, 20th Century Fox, Paramount Pictures, Sony Pictures, Universal). 1995’ten bu yana en büyük dağıtıcı Walt Disney (563 film). $38 milyar yaptı ve piyasanın %17’sine sahip. 2012’den bu yana yılın en çok kazanan filmini de hep Walt Disney yaptı. 2019’da yaptığı Avengers: Endgame (Yenilmezler: Son Oyun) 93 milyon bilet sattı, $848 milyon kazandı. Türkiye’de tüm zamanların en çok izlenen filmi ise Recep İvedik 5. 7,4 milyon bilet satıp 73 milyon TL kazandı.

12 Temmuz

2016: Fransız haftalık Canard Enchaine gazetesi, Cumhurbaşkanı Francois Hollande’ın kuaförüne ayda €9,895 ödendiğini bildirdi. Canard Enchaine ayrıca, kuaförün maaşına ek olarak “konut yardımı” ve diğer “aile yardımları” da aldığını yazdı.

. . . . .

1933: ABD Kongresi asgari ücreti belirledi: 33ç/saat. Bugünün parasıyla $7,97 eder. Etmiş zaten. Bugün ABD’de asgari ücret $7,25/saat. Çalışanı enflasyona ezdirmemek böyle oluyormuş.

1730: Staffordshire, İngiltere’de, çömlekçi Thomas Wedgwood’un oğlu Josiah Wedgwood doğdu. Josiah büyüdü ve James Watt’ın buhar makinesinin ilk müşterisi, dünyanın ilk montaj hatlarından birinin tasarımcısı, iş bölümünün geliştiricisi, köleliğin şiddetli karşıtı ve Charles Darwin’in büyükbabası olarak Sanayi Devrimi’nin atalarından biri oldu.

MÖ 100: Roma İmparatoru Jül Sezar doğdu. Enflasyonu, rüşveti, yolsuzluğu, kayırmacılığı, yandaşlığı keşfetti. Doğduğu aya onun adı verildi. Kayzer ve Çar sözcükleri ondan türedi.

Onun zamanında Roma İmparatorluğu altın çağını yaşadı. İmparatorluk Akdeniz ve bütün çevresini (dünya nüfusunun dörtte birini) hakimiyeti altına aldı, sadece Roma’nın nüfusu 1 milyona ulaştı. Ne var ki, daha sonra şahit olacağımız Roma’nın o ağır çekim finansal intiharının başlangıcına da o imza attı.

Roma’da güç ancak parayla satın alınabiliyordu ve pahalıydı. Dolayısıyla sadece borçla alınabilirdi. Sezar herhalde boğazına kadar borçlanma tabirinin mucididir. Üstelik borcun üstüne yatıp ödememenin de uzmanıdır. Borç elbette tek başına yetmez, toplumda önemli kişileri tanımanız, zenginlerle yatıp kalkmanız gerekir. Onun için Sezar Roma’nın en zengin adamı (belki de tüm tarihin en zengin adamı) Marcus Licinus Crassus’un kıçından ayrılmadı.

Ona gerçek gücü sağlayan İlk Üçler Erki’nin (Sezar ve Crassus’tan sonra) diğer kişiliği de müthiş popüler ve başarılı general Pompey. Sezar Pompey’i sadece rüşvetle satın almakla kalmayıp kızını da ona verdi.

Zamanında kokuşmuşluk öyle bir boyuta erişti ki, senatörler görev sürelerinin devam etmesini sağlamak için takvimi bile birkaç kez değiştirdiler. Ne güzel değil mi? Gün bitmesin istiyorsan 27 saate çıkar. Ay bitmesin, 37 güne.

Kendi memeleketini soymayı da Sezar keşfetti. Parasız kalınca yolsuzluk, yandaşlık ve rüşvetin pençesindeki Senato’yu pas geçip Satürn Tapınağı’ndaki devlet hazinesini yağmalayarak 15 bin külçe altın ve 30 bin külçe gümüşe el koydu (Merkez Bankası yedek akçeleri bir şeyler çağrıştırıyor mu?). Daha sonra imparatorluk parası denari’deki gümüş miktarını düşüre düşüre dünyanın başına enflasyonu bela etti. Fiyatlar patladı, vergi yükü halkı ezdi ve imparatorluğun batışının kapılarını açtı. İşsizlik dayanılmaz hale geldi (ne tesadüfdür ki, Süleyman Demirel de o meşhur “İşiniz vardı da biz mi elinizden aldık”ı Sezar’ın doğum gününde, 12 Temmuz 1969’da yumurtladı).

Roma’ya son veren barbarlar kuzeyden gelenler değil, devletin içindeki barbarlardı. Devletler kendi içindeki barbarlardan kurtulduklarında refaha erişiyorlar. Tarih bugüne ne kadar benizyor değil mi?

11 Temmuz

2008: Petrolün varil fiyatı $147’ye vurdu. 12 yıl sonra Nisan ayında sıfıra düştü (vadeliler -$38’e). Ajda şarkıyı 40 yıl erken söylemiş.

1988: Mike Tyson kişisel finansal danışman ve baş stratejist olarak Donald Trump’ı tuttuğunu açıkladı. Anlaşmalarına göre Trump, Tyson’a servetini nasıl yöneteceği ve kariyerini nasıl yönlendireceği hakkında danışmanlık verecek ve Tyson’un davalık olduğu o zamanki menajeri Bill Cayton arasındaki hukuki savaşı yönetecekti.

Anlaşma 2 hafta önce Atlantic City’de Mike Tyson’un olimpiyat şampiyonu Spinks’i 91 saniyede nakavt edişinden saniyeler sonra yapıldı. Maçı zaten oradaki otelinin reklamını yapmak için Trump organize etmişti. Organizasyon için $11 milyon harcadı, maçı orada 21 bin kişi izledi ve Trump o geceden $26 milyon kazandı. Anlaşmanın akabinde de Tyson menajeri Cayton’u işten kovdu. Cayton, Tyson’un kazandığının üçte birini alıyordu. Trump kaça anlaştı açıklanmadı ama herhalde üç kuruşa değil.

Trump o gece Tyson’a ödeme olarak $10 milyonluk bir çek verdi. Tyson çeki katlayıp bakmadan cebine koydu. Çek haftalarca tahsil edilmeyince Trump nedenini sordurdu. Tyson çeki kaybetmişti.

İş ilişkileri fazla sürmedi. Trump’ın Tyson’un eşi Givens ile kırıştırdığı haberleri her yeri sardı. Tyson New York’taki Trump Tower’a Trump’ı dövmeye gitti ama 15 dakika konuştuktan sonra Trump’ın masum olduğuna karar verip deri koltuğunda uyuya kaldı. Ağzından akan salyalar leke yaptığı için uyandırılıp gönderildi. Dört yıl sonra Tyson bir güzellik yarışması adayına tecavüz ettiği suçuyla 6 yıl yedi. Bütün dünya ondan nefret ederken Trump “bırakın da idman yapıp dövüşsün, kazandığı paraları da tecavüz kurbanlarına yardım yapan bir vakfa bağışlasın” diye destek çıktı. Tyson da bu iyiliği unutmadı ve 2015 yılında başkanlık kampanyası sırasında, bu kez İslamofobik söylemleri yüzünden köşeye sıkışan Trump’a bir süre önce Müslüman olan bir boksör olarak destek çıktı.

O zamanlar Tyson’un lakabı “dünyanın en kötü adamı” idi. Acaba şimdi o lakabı eski danışmanına kaptırdı mı?

1939: Milli Piyango İdaresi kuruldu.

10 Temmuz

1986: Çiçeği burnunda indirimli havayolu şirketi People Express Inc. nefret ettiği Frank Lorenzo’nun Texas Air’inden gelen satın alma teklifini reddetti. Onun yerine, kendine ait olan Frontier Airlines bölümünü 146 milyon dolara United’a sattı ve bağımsız kalma kararlılığını yineledi. Yönetim Kurulu Başkanı Donald Burr, bu hamlenin şirketin “mali durumunu ve esnekliğini önemli ölçüde güçlendirdiğini” söyledi. İki ay sonra ise, iflasın eşiğindeki People Express, Temmuz ayında alabileceği fiyatın yarısına Texas Air’e satıldı.

1961:

Metin Oktay Palermo’ya 660 bin liraya (yani o günün $73 bin, bugünün parasıyla $767 bine) transfer oldu. Yine 10 Temmuz’da (ama 2018) Cristiano Ronaldo Real Madrid’ten Juventus’a $137 milyona gitti (bugünün $171 milyonu). Bugünkü transfer rekoru, Ağustos 2017’de Barcelona’dan Paris Saint-Germain’e giden Neymar’ın elinde. $260 milyon (bugünün $333 milyonu).

9 Temmuz

2018: Starbucks bugün yıllık 1 milyon adete ulaşan plastik pipet kullanımını 2020 yılına dek tamamen durduracağını açıkladı. Kurumsal yönetim ve sürdürülebilirlik konularında çok titiz bir şirket Starbucks. Buna rağmen açığı bulanın hışmından kurtulamıyor. Kahve ısısından miktarına, temizlikten çalışana, çeşitli konularda davacılarla uğraştı.

Logosu bile başına bela oldu. O ünlü logodaki deniz kızının göğsüne akıllıca düşen saçlarının “fazla” erotik olmadan kahvenin baştan çıkarıcı gücünü göstermesi amaçlanıyor. Starbucks 1970’lerde Seattle’da yerel bir zincir iken deniz kızının meme uçları gözüküyordu. Bu hikâyeye aşinayız. Resimden tahrik olup günaha girdiğini düşünen bir iki kişi şikayet etti ama Starbucks büyüyüp kent trafiğinde teslimat kamyonlarının meme logosuyla gezmesi artık konu olmaya başlayınca yeni tasarım memeleri kapatıverdi.

Starbucks’ı o zaman (1971) San Fransisco Üniversitesi’nde okuyan biri İngilizce, diğeri tarih öğretmeni, diğeri de yazar olan üç arkadaş kurdu ve 12 yılda 6 dükkanlık bir zincir oldular. 1983’te şirketin pazarlama müdürü Howard Schultz gezmeye Milano’ya gitti. Kentte 1.300 kahveci olduğunu görünce dönüp şirketi sahiplerinden satın aldı ve küresel bir deve dönüştürdü.

Starbucks 1992 yılında halka açıldığında dünyada 140 dükkanı vardı, $73,5 milyon ciro yapıyordu ve piyasa değeri $271 milyondu. Bugün 78 ülkedeki dükkan sayısı 30 bine yaklaştı, yılda $25 milyar ciro yapılıyor ve şirket değeri $106 milyarı geçti. Dakikada $47.500 satış yapılıyor ve bunun $7.300’ü kâr.

Türkiye’de 408 Starbucks var. Dükkan sayısında dünya dokuzuncusu. İngiltere’den sonra Avrupa’nın ikincisi. Çin, Japonya, G. Kore ve Tayvan’dan sonra Asya beşincisi. Bizden büyük başka ABD, Kanada ve Meksika var. 2023 vizyonu bu herhalde. Biri 6 dükkandan 30 bine çıkıp üretirken, diğeri tüketiyor. Biri pipet kullanımını keserken diğeri yurt yapmak için ağaç kesiyor.   …ama meme ucundan kabız olanlar dünyanın her tarafında var.

2007: Endonezyalı savcılar 31 yıl iktidarda kalıp 1998’de devrilen diktatör Suharto’ya kamu bankalarını kendinin ve yandaşlarının şirketlerine para hortumlayan Supersemar Vakfı’na para aktarmaya zorladığı için $1,54 milyarlık kamu davası açtılar.

. . . . .

1997: Mike Tyson rakibi Holyfield’ın kulağını ısırdığı için $3 milyon ceza alıp boks yapmaktan men edildi. “Bükemediğin bileği öpeceksin” kısmını yanlış anlamış.

8 Temmuz

1987: Devlet vatandaşını nasıl soyarın enfes bir örneği yaşandı ve Süper Emeklilik Yasası yürürlüğe girdi. Devletin kasasına para toplamak için yaratıcı projeler peşinde olan zamanın Turgut Özal hükümeti “toplu para yatırın, ben de size daha yüksek emekli maaşı vereyim” vaadiyle büyük bir heyecan yarattı.

Çok sayıda kişi evlerini, arabalarını, altınlarını sattı; bazıları birikmiş kıdem tazminatlarını topladı; hatta kimileri de borç alarak devlete güvenip toplu paralar yatırdılar ve “süper emekli” oldular. O zaman 6 sıfır atılmadan önceki para ile 5 milyon lirayı bulan paralar yatırılarak bu hak elde edildi. Bu para ile yeni bir otomobil veya normal bir apartman dairesi alınabiliyordu.

Saadet birkaç ay sürdü. Süper emekli olanlar birkaç ay normal maaşların üç misli ödeme aldılar. Ancak Anayasa Mahkemesi 26 Ekim 1988 tarihinde “Aynı sosyal güvenlik kurumu içerisindeki sigortalılardan bir gruba, özel bir güvenlik uygulaması sosyal güvenlik ilkeleriyle bağdaşmaz” gerekçesiyle yasayı iptal etti.

İptal sonrasında yüksek emekli maaşları indirilmedi ama zam da yapılmadı. Normal emekli maaşları ise normal enflasyon zammı almaya devam etti. Böyle olunca da süper emekli maaşları gittikçe eridi ve en düşük emekli aylığına yaklaştırıldı. Üstelik devlet ödenen o toplu paralara el koydu ve iade etmedi.

Toplum hafızası yaşamaya devam ediyor. Onun için de şimdi BES’e ödenen devlet katkısı hakkındaki şüpheler de bir türlü vatandaşın hafızasından silinmiyor.

. . . . .

1932: Büyük Buhran’ın pençesindeki Dow Jones Sanayi Endeksi ömrünün en düşük değerinde kapattı (41,22). Bu seviye 3 yıl önceki zirvesinden %89,2 aşağıdaydı.

1889: The Wall Street Journal gazetesinin ilk sayısı yayımlandı. Bugün dünyada 3 milyon kişi sayfalarını karıştırmadan gününe başlamıyor.

1801: Napolyon’un emriyle Brüksel Hisse Senedi Borsası kuruldu. Borsa 2002’de Amsterdam, Lizbon ve Paris hisse senedi borsalarıyla birleşerek Euronext N.V. bünyesine geçti. Artık borsaya ev sahipliği yapmayan o ilk enfes borsa binası (Palais de la Bourse) bugün Brüksel’in ana caddesi Boulevard Anspach’taki Borsa Meydanı’nı süslüyor.

7 Temmuz

2016: İngiliz mahkemesi, boşanma davasında £196 milyon talep eden eski model Christina Estrada’ya (54), Suudi milyarder kocası Şeyh Walid Juffali’nin (61) yılda £1 milyon sadece kıyafetler için olmak üzere £53 milyon ödemesine hükmetti.

. . . . .

2015: Fransa’da Gilberte Van Erpe isimli 74 yaşında bir kadın (Fransız basını ona “Madam Gil” diyor) yakalanıp hapse atıldı, çünkü lüks güzellik ürünlerinde kullanılmak üzere Fransız kozmetik firmalarına geri satabilecekleri “sihirli bir peynir” yapmak için bir kit satın almaları konusunda 5.500 Şililiyi kandırmış, onlara 16 milyon dolar değerinde değersiz macun satmıştı. Tarih bunlarla dolu. Bir şeyi satın alacak budala çıkarsa, onu satacak da bir kurnaz çıkıyor işte.

. . . . .

1977: Roger Moore ve Barbara Bach’ın baş rollerini oynadığı onuncu James Bond filmi “The Spy Who Loved Me” (Beni Seven Casus) filminin Londra galası yapıldı. Aralarında Sean Connery, David Niven, Timothy Dalton, Pierce Brosnan, Daniel Craig’in olduğu o harika James Bond karakterlerinin arasında (Cary Grant, Clint Eastwood, Burt Reynolds, Tom Jones, Liam Neeson, Mel Gibson, Hugh Grant, Will Smith kapıdan döndüler) belki de en sevileniydi Roger Moore. 12 yıl boyunca James Bond oldu (7 film). En yaşlı Bond da oydu. İlk filmi (Live and Let Die) çevirdiği 1973 yılında 45 yaşındaydı. 1985 yılında kendini emekliye ayırdığında “artık kızım yaşındaki kızlarla aşk sahneleri çekmekten utanıyorum” dedi.

Çevirdiği bütün filmlerde koştuğu sahneleri dublörü oynadı, çünkü koşarken komik göründüğünü düşünürdü. Filmlerde yüzlerce adam öldürdü ama aslında küçükken kazaren bacağından vurulduğu için ateşli silahlardan çok korkardı. Kontratında sonsuz sayıda puro maddesi vardı. Ağzından eksik etmediği Montecristo puroları yapımcılara binlerce sterline patlardı.

1962’den bu yana 26 Bond filmi çevrildi. Filmler (enflasyon ayarıyla) 17 milyar $ yaptı. Bugün hem Apple hem de Amazon James Bond haklarını alabilmek için delicesine kapışıyorlar. James Bond markası başarısını biraz da John F. Kennedy’ye borçlu. JFK 1961 yılında Life dergisindeki röportajda en sevdiği romanın “From Russia With Love” (Rusya’dan Sevgilerle) olduğunu söyleyince bilet satışları uçtu gitti. Sonra JFK filme gitti ama bu izleyeceği son film oldu (suikaste kurban gideceği Teksas’a gitmeden bir gün önce). Tam Bond filmi gibi.

Bond filmleri öyle oluyor. Bond bugüne dek 352 kişiyi öldürdü, ona 4.662 kez ateş edildi. Ölmedi ama kendini öldürmeye çalışıyor. Bir ara günde 70 sigara içiyordu (yaratacısı Ian Fleming 80 içerdi) ve Martinisiz günü geçmiyor. Her bir Martini bardağında 130 kalori var. Bond için önemli değil, çünkü bugüne dek yattığı 52 kadınla her aşk yaptığında o kadar kalori harcıyor. Kadınlar da onu öldürmeye çalışıyor (52 tanenin dörtte üçü buna çalıştı).

Bond’u gören her kadın onla yatmadı. Filmlerin yapımcısı bir kadın. Barbara Broccoli 30 yıldır bu işi yapıyor. Hikâyeyi seçiyor, kızları seçiyor, helikopterleri seçiyor. Seçtiği kızlardan biri (Caroline Cossey) doğduğunda erkekti. Playboy dergisine poz veren ilk transseksüel model oldu. Hikâyeler çok heyecanlı ama aslında Ian Fleming ismi seçerken çok sıradan olmasını istemişti. James Bond ismini okuduğu kuş gözlemi kitabındaki ornitolog Dr. James Bond’dan arakladı.

1969: Başbakan Demirel, dış borçları eleştirenlere, “Borç almayalım da ne yapalım? Millet başka yere mi hicret etsin” dedi. İngiltere dönüşünde gazetecilerin “neden Dış İlişkiler Bakanı’nın elini sıktınız?” sorusunu da” “Neresini sıkacaktım?” diye yanıtlamıştı.

1887: Fransız ressam Marc Chagall doğdu. Çocukluk aşkı ve ilk karısı olan Bella ile kendisini boyadığı “Aşıklar” tablosu müzayedede $28,4 milyona satılmıştı. Bu onun bugüne kadar satılan en pahalı tablosu. Tablo, boyandığı 1928 yılında Chagall’ın kendisinden alınıp 90 yıl boyunca bir ailenin einde kalmıştı. Bella, Chagall’ın birçok tablosunda var. 1941 yılında paris’in Nazi işgalinden kaçıp New York’a göç etmişlerdi. Bella 3 yıl sonra orada bir virüs yüzünden öldü. Chagall kendisini hep “hiç uyanmayan bir hayalperset” olarak gördü. Resimlerinin rüyası özelliğini yansıtan bir ifade.

6 Temmuz

2013: Finlandiyalı atlet Taisto Miettinen, Finlandiya’nın Sonkajarvi köyünde 1992’den beri her yıl düzenlenen Dünya Eş Taşıma Şampiyonası’nı kazandı. Bu ardı ardına beşinci şampiyonluğuydu. Daha sonra 2017’de bir kez daha kazandı. 22 yıılık yarışmanın 11’inde Estonya, 9’unda da Finlandiya şampiyon oldu. Kupayı bir kez Rusya, bir kez de Litvanya evine götürdü. 2019 şampiyonası da 6 Temmuz’da. 50’den fazla ülke katılıyor.

Taisto Miettinen tam bir karakter. Ekonomi diplomalı bir avukat. Kurumların vergi yüklerinin nasıl azaltılacağı konusunda bir kitap bile yazmış ama şöhreti sporculuğundan geliyor. Ne kadar garip spor varsa onu yapıyor, iyi yapıyor. Suda koşma, demir çubukta yürüme, kar raketi ile yürüme, donmuş gölde yüzme, bataklık dalgıçlığı, korku faktörü süpermen branşlarında dünya şampiyonlukları var. Siz kaldırımda yürümeye devam edin.

Eş taşıma yarışmasının özgün Fince adı eukonkanto. İsveççesi bizim dile daha yakın: karringkank. Yarışmanın kökü Fin destanlarının 1800’li yıllarda yaşamış haramisi Hırsız Ronkainen’e dayanıyor. Hırsız Ronkainen çetesiyle birlikte ormanda yaşar, köyleri talan eder, elalemin karısını sırtlarında kaçırırlarmış.

Yarışma kurallarına göre, erkekler kadınları 253,5 metrelik hendekli, göletli, kumlu, engelli zor bir pistte taşıyorlar. En çabuk bitiren kazanıyor. Büyük ödül, taşınan kadının ağırlığı kadar bira. Kadınlar üç şekilde taşınabiliyor: sırtta, omuzlarda ya da (Estonyalılar öyle yapıyor) kadın bacaklarını erkeğin kafasına dolayıp sırtından aşağı sarkıyor.

Sıkı kuralları var şampiyonanın. Taşınan kadın 49 kilodan daha hafif olamaz. Hafifse ağırlık takılıyor. En hafif kural eş kuralı. İlla sizin eşiniz olması gerekmiyor. Yan köyden arakladığınız bir kadın da olabilir.

1995: Aziz Nesin öldü. Arkasında kendisi gibi “düşünen, araştıran, inceleyen, kuşku duyan” bir nesil yetiştirmeyi amaçlayan bir vakıf bıraktı. Düşündüğü için Kraliçe Elizabeth bile onu dava etmişti. Dünyanın yüksek koltuklarının “düşünen fobisi” hâlâ geçmedi.

. . . . .

1988: Asil Nadir Günaydın gazetesi ve Veb Ofset yayın grubunu satın aldı.

. . . . .

1787: ABD meclisi ilk 1 sentlik bozuk paranın tasarımını onayladı. Tasarım Benjamin Franklin’in çalışmalarından esinlenmiş olduğundan ona Franklin Senti denirdi. Paranın ön yüzünde “Fugio” (Latince “uçuyorum”) sözcüğü, bir güneş saati ve “İşine Bak” mesajı vardı. Yani “Zaman akıp gidiyor, işini yap”. Arka yüzünde ise özgün 13 koloniyi temsil eden 13 zincir halkayla çevrili “Biz Biriz” sloganı yer alıyordu.

. . . . .

1785: Kongre “Bizim tanrımız dolardır,” dedi ve ABD parasının dolar olacağına karar verdi. Aradan 236 yıl geçti, hâlâ tanrıların tanrısı.

5 Temmuz

2016: NASA’nın $1,1 milyarlık Juno uzay aracı, güneş sisteminin kökenini araştırma göreviyle Jüpiter’in yörüngesine başarılı bir şekilde girdi.

2011: İngiltere Savunma Bakanlığı’nın $10,1 milyar değerinde ekipmanın izini kaybettiği ve bu ekipmanın envanterde gözükmediği ortaya çıktı. Bunlar ayakkabı kutusu da kullanmıyorlar herhalde.

1946: Fransız modacı Louis Reard bir Paris defilesinde erkeklerin bayıldığı bir giysiyi tanıttı: Bikini!!! İsmini de o yıllarda ABD’nin hidrojen bombasının testlerini yaptığı Güney Pasifik’teki Bikini Atolleri’nden aldı. Daha birkaç ay önce başka bir Fransız tasarımcı (Jacques Heim) biraz daha kapalı (göbeği kapatıyordu) bir bikini yapmış ve ismini de (küçük olduğu için) “Atom” koymuştu. Atom tutmadı, bikini tuttu.

Evet bikini 1946’da doğdu ama bilinen en eski bikinili kadın resimleri Sicilya’daki Villa Romana del Casale’deki, Roma devrinden kalma “10 Bakireli Oda” mozaikinde (1700 yaşında).

Evet bikini 1946’da doğdu ama 1957 yılında Brigitte Bardot Cannes Film Festivali’nde çiçekli bikinisini giyene dek pek popüler olmadı. Playboy dergisi kapağına 1960’a dek bikinili bir kadın resmi koymamıştı. Ursula Andress 1962 yılında o ünlü beyaz bikinisini Dr. No filminde giydi. 2011 yılında o bikini müzayedede 54 bin dolara satıldı.

Erkeklerin en sevdiği spor, plaj voleybolu, olimpiyatlara 1996 yılında girdi. O zamandan beri de bikini o sporun resmi forması. Bikini 1951 yılından beri de dünya güzellik yarışmalarının bir parçası oldu ama 2014 yılında çıkarıldı.

Girişimici Nguyễn Thị Phương Thảo’nun sahibi olduğu ve Vietnam’ın ilk özel havayolu şirketi VietJet Air 28 Ocak 2018’de bikinili modellerin hosteslik yaptığı bir uçuşla Vietnam 23 yaş altı futbol takımını uçurdu. Milletin pek hoşuna gitmedi ama adam milyarder ve şirketi bugün Vietnam pazarının %30’una sahip. Bikini Gücü!

Dünyanın en pahalı bikinisini tasarımcı Susan Rosen Sports Illustrated dergisi için tasarladı. Üzerinde 150 karatlık platin var ve değeri $30 milyon. 2011 yılında da Andrew Schneider dünyanın ilk güneş enerjisi panelli bikinisini yaptı. Plajda telefonunuzun pili hep bitiyorsa kaçırmayın.

Kızlar bugün sizin gününüz. Şaka değil. Bugün ABD’de Ulusal Bikini Günü. Erkeklerin de bayramı sayılır.

. . . . .

1784: ABD’nin ilk federal lisanslı ve AŞ olarak kurulan bankası Bank of Massachusetts açıldı. Bankanın kurucuları büyük ölçüde yurtdışına para göndermek için İngiliz bankaları yerine bir ABD bankası kullanmak isteyen tüccarlardı. Banka kendi parasını bastı ve yılın 364 günü kapılarını açık tuttu. Kapalı olduğu tek gün Harvard Üniversitesi’nin mezuniyet günüydü. Banka daha sonra birkaç Güney Amerika ülkesinde en büyük yabancı banka haline geldi, bugünlere dek birkaç kez el ve isim değiştirdi ve son olarak FleetBoston ismiyle 2004 yılında Bank of America tarafından satın alındı.

4 Temmuz

2007:

Karadeniz’deki tatil beldesi Soçi, Kış Oyunları’nı ilk kez Rusya’ya götüren 2014 Kış Olimpiyatları’nın ev sahibi şehri seçildi. Rusya, oyunları Soçi’de sahnelemek için $12 milyar harcamayı planlamıştı, ama bu rakam $55 milyara fırladı (o zamanki Rusya bütçesinin %10’u).

Oyunlar başarılı geçti ama Rusya’nın Soçi’yi küresel bir tatil merkezine dönüştürme hedefi sınıfta kaldı. Bugün çoğu kullanılmayan altyapının (ulaşım ağları, spor salonları ve oteller dahil) bakımı için yılda $1,2 milyar devam yatırım gerekiyor.

. . . . .

1987: Martina Navratilova, Steffi Graf’ı 2 sette yenerek 8. Wimbledon şampiyonluğunu kazandı. O yıl tenisten $1 milyon kazandı (sponsoruklar hariç) ama kariyeri boyunca elde ettiği gelir farklı tabi.

Müthiş bir kadın Martina. Tenis topuna vurmaya 4 yaşında başladı. Şimdi 63 yaşında, hâlâ veteran turnuvalarda oynuyor. Profesyonel olduğu 18 yaşına kadar kazandığı bütün paraları Çek tenis federasyonu aldı. Turnuva sonrası Avustralya’da 1 hafta fazla kaldı diye cezalandırıldı. O da kaçtı, 1975 yılında Amerikan oldu. İltica edeceğini babasına açtığında şu yanıtı aldı: “Sana telefonda ne desem inanma ve sakın geri dönme, çünkü o esnada başıma bir silah dayanmış olabilir”.

Sonrası mâlum. Teklerde 332, çiftlerde 237 hafta dünya birinciliğini korudu. 18 grand şilem turnuvası kazandı. Wimbledon’da 12 kez final oynayıp 9’unu aldı. Grand şilem yapan (yâni Fransa, Avustralya, Amerika açık ve Wimbledon turnuvalarının hepsini aynı yılda kazanan) 3 kadından biri oldu. Toplamda teklerde 167 ve çiftlerde 177 şampiyonlukla dünya rekoru onda. Birincilikte kaldığı 1982-86 arasında 442 maç yapıp 428’ini kazandı. 1983’te üst üste 74 maç kazandı, sadece 1 maç kaybetti. Serena Williams’la birlikte hiç set kaybetmeden 6 grand şilem turnuvası kazanan tek kadın o. Çiftlerde 109 maç üst üste kazanıp grand şilem yaptı. 59 grand şilem şampiyonluğu var.

Sadece tenisten $22 milyon kazandı. Bunun 5 mislini de sponsorluklardan aldı. Şimdi bile yılda $2,5 milyon yapıyor. Siz bu yazıyı okuyup bitirdiğinizde 10 dolar kazanmış olacak.

Teniste bugünkü rakamlar çok daha büyük. Federer, Nadal, Djokovic, Serena gibi isimlerin kariyer turnuva kazançları halihazırda 100 milyon $’ları aşmış durumda. Sponsorluk bedelleri de uçuk. Örneğin, Federer tensiten $124 milyon kazandı ama Rolex’ten, Credit Suisse’ten, Mercedes’ten $86 milyon alıyor. Japon giyim markası Uniqlo Federer’i 10 yıllığına bağladı. Rakam mı? $300 milyon. Forbes’a göre Federer’in bankada $450 milyonu var.

Hemen çocuğunuzu tenisçi yapmaya kalkmayın. Bugün profesyonel olan tenisçilerin %80’i sıfır $ kazanıyor. Dünya ilk 200’ünün yıllık ortalama kazancı $300 bin. Onun $200 bini de antrenöre, seyahate ve diğer masraflara gidiyor.

1946: Muhasebeci bir baba ve bir ev hanımının çocuğu olarak Kaliforniya’da Michael Milken isimli bir çocuk dünyaya geldi. Çocuk büyüdü ve 1980’lerde çöp tahviller dünyasının kralı olup, Amerikan endüstrisinin hızını ikiye katlayan şirket devralmaları ve kaldıraçlı satın alımları körükledi.

3 Temmuz

2008: 200 bin müşteri hesabında $4 milyarıyla dünyanın en büyük aracı kurumu Refco’nun CEO’su Bennett yatırımcıları dolandırıp şirket borçlarını gizlediğinden 16 yıl yedi. Onla beraber pislik ortaya çıkmadan 2 ay önce halka açılmış olan (2005) Refco da battı.

1991:  6 aylık bir deneme süresinden sonra Shenzen Borsası resmî olarak açıldı. Borsa bugün Çin’in 3 menkul kıymetler borsasında biri (diğerleri Pekin ve Şanghay). Zaten Shenzen de 18 milyon nüfusuyla Çin’in Şanghay ve Pekin’den sonra 3. büyük kenti. Bugün Shenzen Borsası’nda 2.800’ün üzerinde şirket işlem görüyor ve toplam piyasa değeri 4 trilyon dolar.

1915: Cornell Üniversitesi’nde hocalık yapan Alman asıllı Erich Münter, Senato’nun resepsiyon salonunda bir bomba patlattıktan bir gün sonra gidip banker JP Morgan’ın oğlu John Pierpont “Jack” Morgan Jr.’ı vurdu.

Münter elit Amerikan üniversitelerinde hocalık yapıyordu ama aslında bir Alman casusuydu ve bir fanatikti. Harvard Üniversitesi’nde Almanca öğretirken 1906 yılında karısını arsenikle zehirleyip öldürdü ama kaçıp Amerika’nın farklı yerlerinde farklı isimlerle öğretmenlik yaparak yakalanmadı. Sıkı bir Alman ulusalcısıydı ve ABD’nin 1. Dünya Savaşı’nın Almanya’sının İngiltere ve Fransa gibi düşmanlarına silah desteği vermesine çok içerliyordu. Önce Meksika sonra Teksas’a tüydü ama sonunda Frank Holt ismiyle Cornell Üniversitesi’nde hocalığa döndü. Kimse onun Münter olduğunu anlamadı.

Amerikan limanlarından denize açılan ve Avrupa müttefiklerine silah taşıyan gemileri sabote eden gizli Alman casusluk ve istihbarat örgütü Abteilung IIIb ile çalışmaya başladı. Örgüt gemilere zaman ayarlı kimyevi bombalar yerleştiriyor, gemiler yola çıktıktan bir süre sonra bomba patlayıp yangın çıkartıyordu.

Münter 2 Temmuz 1915’te geceyarısı patlamak üzere ayarladığı 3 dinamit içeren bomba paketini Washington DC’deki Senato binasının resepsiyonundaki telefon santralinin altına gizledi. Aslında niyeti ana salondu ama kilidi açamadı. Bomba gece 11:40’ta patladı. İçerde kimse olmadığı için sadece maddi hasar meydana geldi. Ardında R. Pierce ismiyle Washington Star gazetesine bir mektup göndererek bunu sesini duyurmak için yaptığını anlattı ve ABD’nin Avrupa’ya silah göndermeyi bırakmasını istedi.

Ertesi gün de gidip milyoner finansçı J.P. Morgan’ın oğlunun evine gitti. Elinde silah sevkiyatlarını anlatan gazete küpürleriyle dolu bir çanta, cebinde iki tabanca ve bir dinamit çubuğu vardı. İçeri sokmayan uşağı silahla tehdit ederek salona girdi. Jack Morgan eşi ve çocukları ile birlikteydi. Jack, Münter’in üzerine atlayıp yere indirdi ama bacağından da iki kurşun yarası aldı. Daha sonra uşak geldi ve bir kömür kütlesiyle Münter’i bayıltana dek dövdü.

Münter polise niyetinin Jack Morgan’ı öldürüp eşini ve çocuklarını rehin alarak silah sevkiyatlarını durdurmak olduğunu anlatıp o gece nezarethanede bileklerini kesti. Olmadı. Ertesi gün kendini 3 kat aşağı atıp kafası betona çakılınca öldü. Ölmeden birkaç saat önce eşine üstünde İngiltere’ye yola çıkmış bir sevkiyat gemisinin (SS Minnehaha) 7 Temmuz’da batacağını yazan bir not gönderdi. Mürettebat uyralıdı ama bomba bulunamadı. Bulunamadı ama patladı. Cephaneden ve mürettebattan uzaktı, bir şey olmadı.

Tipik bir üşütük profesör hikâyesi gibi geliyor ama silah ticaretini kim finanse ediyordu acaba (ABD o zaman henüz savaşa dahil olmamıştı)?

2 Temmuz

1991: Donald Trump ikinci eşi Marla Maples’a evlilik teklif etti ve takriben 1,5 milyon $ değerinde 7,5 karatlık elmas bir yüzük hediye etti.

2017’nin Ocak ayında Trump başkanlık yeminini edip ABD’nin 45. başkanı olurken Washington DC’deki törende 3 eşi de vardı: şimdiki eşi Melania, Çekya doğumlu ilk eşi Ivana ve en küçük kızının annesi Marla Maples. Trump, Marla ile kırıştırmaya başladığında 13 yıllık ilk eşi Ivana ile beraberdi. Mankenlik yapan Marla ise 22 yaşındaydı (Trump’tan 17 yaş genç) ve ona Georgia Şeftalisi deniliyordu.

1992 yılında Donald Ivana’yı boşadı ve bir sonraki yıl New Yrok’un ünlü Plaza Otel’indeki şatafatlı bir törende 1.500 davetlinin önünde hamile Marla ile evlendi. İşlerin sarpa sarması uzun sürmedi. 6 yıllık evliliğin ikinci 3 yıllık yarısı boşanma davasıyla uğraşmakla geçti. Marla “onu değiştirebileceğimi umdum ama yanılmışım dedi”. (Evet, Trump’ın değiştirilmesi gerek ama şu değiştirme umudundan vageçin artık kızlar…)

2000 seçimlerinde Trump bir ara aday olmayı düşünmüştü ama Marla hemen basına çıkıp aman ha diyerek Amerikan halkına bir uyarı göndermişti. 2106’da seçildiğinde ise “asla bunun gerçekleşebileceğini düşünmemiştim” dedi.

Nafaka duruşmasında Trump servetinin 1,17 milyar $ olduğunu beyan etti. Bu çok abartılı bir rakamdı ama o “ne kadar yüksek beyanat verirsen hakim o kadar sana sempati duyar” dedi. Marla’nın ise o zaman bankada 100 bin $’ı vardı. Marla’nın avukatları 25 milyon $ istedi. Olmadı. Trump Marla’ya 1 milyon $ + 1 milyon da ev alması için verdi. Çocuk için de 21 yaşına geldiğinde bitecek olan yılda 100 bin $ vermeyi kabul etti. Trump, ilk eşi Ivana ile boşandığında henüz o kadar akıllı değildi. O ilk boşanma ona 14 milyon $’a patlamıştı.

Marla Maples boşandıktan sonra 1999 yılında California’da 1,35 milyon $’a 500 m2 ’lik bir ev aldı. 4 yıl sonra evi 2,2 milyon $’a sattı. Televizyon kariyeri de devam etti. Bir daha hiç evlenmedi. Niye evlensin ki, hem erkekleri değiştirmekten vazgeçmiş hem 20 milyon $’ı var.

1973: Amerikalı oyuncu Betty Grable öldü (57). Bacaklarını Lloyds of London’a $1 milyona (bugünün $20 milyonu) sigorta ettirmişti. “İki nedenden dolayı yıldız oldum ve onların üzerinde duruyorum.” demişti. 1930 ve 1940’lardaki 42 filmi $100 milyondan fazla hasılat elde etti ve mayolu posteri onu II. Dünya Savaşı’nın bir numaralı pin-up kızı yaptı.

. . . . .

1962: kıt kanaat geçinen bir Oklahoma’lı bakkal yeni ismiyle ilk perakende dükkanını açtı. Bugün şirketinin değeri $540 milyar. 27 ülkede, 11 bine yakın dükkanında 2,1 milyon kişi çalışıyor. Bakkalın ismi Sam Walton. Şirket mi? Walmart.

1 Temmuz

1944: Harry Dexter ve John Maynard Keynes’in domine ettiği Bretton Woods Konferansı başladı ve sonucunda IMF ve Dünya Bankası kuruldu. O gün, zengin ülkelerin finans uzmanları New Hampshire dağlarında bir otelde savaş sonrası parasal sistemi tartışmak için toplandılar.

Toplantıdan, bugünün dünyasında önemli rol oynayan iki küresel kurum doğdu: IMF ve Dünya Bankası. Aynı zamanda, ancak 1970’lere kadar yaşayabilecek bir sabit döviz kuru sistemi kuruldu. Bu toplantının yapılmasında rol oynayan etkenler; iki savaş geçiren dünyanın finans sisteminin kaotik bir hale gelmesi, altın standardının çökmesi, 1930’ların büyük finansal krizi ve korumacılığın artması idi.

Henry Morgenthau (ABD’nin Hazine Bakanı), toplantıyı konferansın rekabetçi devalüasyon politikaları ve korumacılık gibi ekonomik kötülükleri yok etmesi gerektiğini söyleyerek açtı. Toplantının entellektüel lideri Keynes idi ama güç Başkan Roosevelt’in temsilcisi Harry Dexter’daydı.

Geçmişte sabit döviz kurlarını muhafaza edebilmek için yaşanan stres artık birçok ülke için dayanılmaz hale gelmişti (özellikle ticaret açığı verdiklerinde). İşte son kredi mercii olarak IMF’nin rolü bu sorunu çözmek olacaktı. Ne var ki, kreditör bir ülkenin (aynı zamanda ticaret fazlası olan) temsilcisi olarak White yük ve sorumluluğun borçlu ülkelerin omuzlarında olmasını istiyordu. Keynes ise kreditör ülkelere de kısıtlamalar getirilmesi taraftarıydı. Doları değil yeni yaratılacak bir döviz kurunu baz alan uluslarararası bir ödemeler dengesi takas mekanizması kurulmalı diyordu. White ABD’nin ihracatı karşılığında böyle “komik” bir para ile kompanse edilmesine karşı geldi. Tartışmayı Keynes kaybetti.

Tüm ülkelerin paraları dolara, dolar da altına mandallandı. Bu mandallara karşı spekülasyonu önlemek için de sermaye akımları ciddi bir şekilde kısıtlandı. Sonuçta yirmi yıldan fazla sürecek bir krizsiz büyüme sürecine girildi. Ne var ki, bu sistemin bir yandan Almanya ve Japonya gibi ekonomik güçlerin yükselmesi, öte yandan ABD’nin altın mandalını korumaktaki isteksizliğine karşı yeteri kadar esnek olmadığı görüldü ve Başkan Nixon 1971 yılında altın standardını terk edince sabit kur rejimi de çöktü.

Hem IMF hem de Dünya Bankası yaşamaya devam ettiler ama zengin ülkelerin bütün sistemi domine etmeleri yüzünden bugüne kadar güçlü eleştirilerden de kurtulamadılar. IMF’nin kabahati hep verdiği borçlara karşı koyduğu ağır koşullar ve devamlı kemer sıkmaya ve kreditörlerin haklarına odaklanıp yoksulları resmin dışarda bırakması oldu. Esasta gelişmekte olan ülkelere borç veren Dünya Bankası ise sosyal ve çevresel öğelere yeteri kadar odaklanmadığı için eleştirildi.

Küresel ekonomik resim durağan değil. Devamlı değişiyor. Özellikle Çin’in ve teknolojinin artan küresel ekonomik rolüyle bu iki kurumun bundan 70 sene sonra hayatta olup olmayacakları artık tartışılıyor.

. . . . .

1941: Myron Scholes doğdu. Opsiyon fiyatlama modelini geliştirdi, Nobel aldı. Modeli sayesinde birçok şirket çalışanı hisse opsiyonlarıyla zengin oldu ama ortağı olduğu (ve batırdığı) LTCM hedge fonu 1998’da neredeyse küresel finans sistemini devirecekti.

. . . . .

1934: 90 yıl önce (1934) bugün, ABD SPK’sı Securities Exchange Commission (SEC) çalışmaya başladı. Bugün on binin üzerinde çalışanıyla $2,6 milyar bütçesi var. Bu rakam büyük gibi geliyor ama denetim ve gözetim sorumluluğu taşıdığı sermaye piyasasının $110 trilyonluk büyüklüğü yanında mikroskopik. SEC, diğer dış kuruluşların yanı sıra 13.000’den fazla fon, 15.400’den fazla yatırım danışmanı, 3.400’den fazla broker, 24 borsa, 103 alternatif işlem sistemi, 10 kredi derecelendirme kuruluşu, 33 öz düzenleyici kuruluş ve 6 takas kuruluşu dahil olmak üzere yaklaşık 40.000 kuruluşu denetliyor.

Genel merkezi Washington DC’de ve ülke çapında 11 bölge ofisi olan SEC ayrıca Kamu Şirketleri Muhasebe Gözetim Kurulu (PCAOB), Finans Endüstrisi Düzenleme Kurumu (FINRA), Belediye Menkul Kıymetleri Kural Koyma Kurulu (MSRB), Menkul Kıymet Yatırımcılarını Koruma Kurumu (SIPC) ve Finansal Muhasebe Standartları Kurulu’nu (FASB) da denetliyor. SEC’in tarihçesiyle ilgilenenler için www.sechistorical.org da enfes bir çevrimiçi galeri var.

1925: İlk piyango, Türkiye Tayyare Cemiyeti Mektepleri yararına düzenlendi.